KURT ALTI YAVRU DOĞURUR KÖPEK OLUR BUNLARDAN BİRİ

KURT ALTI YAVRU DOĞURUR KÖPEK OLUR BUNLARDAN BİRİ

CHE birader,

Çabuk toparlamışsın, avcı tefrikası gibi yazdığın Konya konferansı masalından sonra yüzüne çarpan gerçekliğin soğuk tokadına sanki pişkinliğine şükür duası niyetine yarabbi şükür diyor gibisin!

Turgut’un “Haziran, yeni orta Çağa bir itirazdır; yeni derebeylerine ve engizisyona karşı, aklın ve aydınlanmanın savunusudur.” Sözüne itiraz etmeye cesaretin olmadığı için, işi tıpkı Çekoslovak döküntüsü olan ve sosyalist hareketi de Hitlerin faşist sürülerinin katlettiği Stalin’in oğlunun cansız bedenini de Kitsch sözcüğü ile tartan Kundera gibi, aydınlanmanın savunusunu “b.k” sözcüğü ile tartmaya yeltenmişsin!

Dinime küfreden bari Müslüman olsa derler bu cevabına!

Peki, Turgut’un aktardığı bu itirazın adresi doğru değil midir?

Başka türlü sorayım, bu itiraz zaten çürümüş, kokuşmuş, can çekişen kapitalizmin, yeni bir ortaçağ kalıbında kendisini kurtarmasına, bunu yaparken ortaya çıkardığı ve güçlendirdiği yeni derebeylerine ve engizisyon mekanizmalarına karşı bir itiraz değilse nedir?

Aklı referans alan bir hareket, bu itiraz edilenin karşısına, aklın ve aydınlanmanın savunusunu koymayacak da, akılsızlığın ve karanlığın savunusunu mu koyacaktı?

Bir de ne güzel de tarif etmişsin “Kurt-aslan” vesaire… Eminim çok deneyimlisindir bu konuda… öyleyse bir de şunu ekleyelim katkı olsun diye, köpek kurdun kırığıdır ve ilk önce, sahibini tanrı belleyip kuzularının bekçiliğini üstlendiğinde, kurda ihanet etmiştir… Diğer canlılarda da olduğu gibi, köpek kurdun çürük yanlarından doğup gelişir… Köpek haindir; karın tokluğuna satın alınmış ve köleleşerek Cemal Süreya’nın dediği gibi kurdun karşısında ağzı”cehennemleşmiş” tir …Kolay devşirildiği için, insanda en ağır aşağılama ve hakaret sözü yerine geçer.

Cemal Süreya(*) “Kurt” şiirine , “Köpek, diliyle içer suyu, Kurt, soluğuyla” diyerek başlar ve şöyle devam eder:

Yüreğinin kokusunu taşır
Boynundaki kutup çiçeği
Öfkeli değil lacivert
Yırtıcı değil sıcak.
Kurt: büyük karbonun sesi
Karanlıktan çağlayarak
Atardamarıyla koşar,
Ulur gözlerinin arasıyla.

Erzurum´da Horasan´da
Bütün kuzey yarıkürede
Çağlar boyunca kurt
Yekpare bir kemik halinde
Tek bir kurtta yaşadı
Sonra papağanlar geldi
Gözlüklü yılan Hint´ten geldi
Maymunlar Madagaskar´dan
Ornitorenk Avustralya´dan
Denizler büyüdü
Gece azaldı.

Kurt altı yavru doğurur
Köpek olur bunlardan biri

Köpek: ılık profesyoneli
İpeğin, camın, korunun
Eti havayla dolu
Burnunda sinir, kıçında peri
Bakkal, tefeci, o…pu
Hayvan hikâyesi düzenlerin
Ve tanrının koyunlarını
Güden çobanın dostu
Ödleriyle öten kuşlar gibi
Havlaya havlaya kirlenir
Düşen kulaklarıyla birlikte
Buruşur sevinci
Ama diktiler mi kurdun karşısına
Ağzı cehennemleşir.

Kurt altı yavru doğurur
Köpek olur bunlardan biri

Haziran kadar taş düşecek eninde sonunda kafana hiç merak etme; aydınlanmadan bu kadar korktuğunuzu hatta nefret ettiğinizi, girdiğiniz karanlığın şövalyesi olmakta bir beis görmediğinizi artık herkes biliyor; Ulak çoktandır tarihe not düşüyor çünkü; ve tarih, zaman zaman sapmalar olsa da, yani gerilemeler, zikzaklar ve tam geri tornistanlar yapsa da ki bunda, karanlığın şövalyelerinin payı büyüktür, yine de lineer bir karakter taşır ve o sapmaları, hem de karanlığın şövalyelerine soğuk tokadını tattırarak, sıçramalı bir şekilde olması gerektiği yere doğrultur!

Tarih mi, emin ol tek başına bir şey yapamaz, bunun için gerçek, kanlı canlı insanların gene gerçek canlı kanlı faaliyetleri gerekiyor ve bu faaliyetler hiç durmuyor ve zaman zaman bu faaliyetlerde bir hızlanma, bir patlama, bir sıçrama oluyor ki, işte bunlardır tarihin sıçramalarına yansıyan; Ekim Devrimini ayrı tutarsak, bunlardan biri ve en unutulmazı, tarihe aydınlanma olarak geçen patlamadır ve artık buradayız farkında mısın bilmem!

Sözü kurttan ve aslandan açtığın için yüzüne vuruyorum ki, bu tarihte aslan da, kurt da, köpek de vardı ama tarihi, yine de kurt ile aslan yaptı ve bunun anlamı şudur:

Sizin fetiş düzeyinde öne çıkardığınız Kürt halkı da bu misaldir ve haini bol millet olduğunu pek çok Kürdolog tarihçiden duyabilirsiniz; ama çok doğal ve kaçınılmazdır; her halkta olduğu gibi Kürt halkında da kurt da, aslan da, köpek de ve hatta kuzu da vardır; çünkü halklar hem kahraman, hem haindir; hem zayıf, hem güçlüdür; hem korkak hem cesurdur ve işte sosyalistler bunun için onların, yani halkların hem içinde hem dışındadır; bu nedenle bazıları kuyruğuna takılır, korkaklıklarını, hainliklerini, zayıflıklarını okşar ve büyütür; bazıları ise, onları hem kahraman, hem cesur ve hem de güçlü yapmak için uğraşır!

Bu ise, aydınlanmaya küfredip, Tanzimat karanlığına şapka çıkarmakla olmaz; ortaçağa methiye düzüp, demokratik cumhuriyeti lanetlemekle olmaz; hepsi bir yana, sosyalizmi ümmet toplumu ile özdeşleştirmekle hiç olmaz!

Siz bu kafa ile Kürt halkının da, Türk halkının da, Kurdun da, aslanın da yüz karası olursunuz ancak; çünkü cahillikten öte bir kafa taşıyorsunuz omuzlarınızda!

Ortaokul mu aklına geliyor aydınlanma deyince?

Atma din kardeşlerin kırılır sonra; aç bir bak bakalım MEB’in tarih kitaplarına, aydınlanmanın esamesi okunuyor mu? Ve yukardan aşağıya anlattığım rafine bilgiler, beş yaşında çocuk aklı ile bile muhakeme edilebilecek bilgilerdir; ama sen hâlâ ortaokulu getiriyorsun aklına; yani anla işte CHE birader, ne kadar geri ve gericiliğe köprü kurmak için sabırsız olduğunu!

Ve bir kıyas yapalım istersen; hani diyorsun ya, “Haziran literatüre göre kapitalizme, sana göre(Turgut’u kastediyorsun) de yeniçağa daha yenimi geçecek yoksa “Aydınlanmacı” denen şey çok mu ileri birşey?” diye!

Peki, ortaçağ daha mı ilerici size göre ki inatla bir ortaçağ karanlığının içinde debelenip dururken, emperyalist-kapitalizmin dayattığı ortaçağa karşı duranlara lanetler okuyarak, bu dayatılan ortaçağa arka çıkıyorsunuz?

Ama bir yere not etmelisin ki, bir ölüm sessizliği ile hükümranlığını sürdüren upuzun bir karanlığın ardından patlayan aydınlanma ve sonrasında yeniden karanlığın hâkim olması, ilerleme motorlu tarihsel-toplumsal gelişmedeki diyalektiğin en açık göstergesidir!

Bu patlamayı, en büyük coşkuyla Komünist Manifesto ile Marx ve Engels anlattı ise ve bu gün bütün dünyanın her yerinde ve hâlâ kabul gören “sanayi devrimi “ deyimini ilk kez Engels kullandı ve en çok Marx yaygınlaştırdı ise bu, tarihe bilimsel gözlerle baktıkları için ve Hegel’in kaba diyalektiğini güzel bir diyalektiğe dönüştürdükleri içindir.

Bu gün, tarihe kaba bakanların, bunda ısrar etmeleri, Marx ve Engels’in manifaktür, sanayi devrimi ve kapitalizm çözümlemelerinin bu gün bile aşılamamış olduğunu göstermektedir!

Siz Marx’ı aştığınıza dair kuruntularınızı büyütebilirsiniz; ama sadece Marx ve Engels, dolayısıyla bilim de değil, bu aydınlanma döneminin, bu büyük patlama döneminin edebiyatı, sanatı, müziği ve resmi de hâlâ aşılamadı; bu büyük patlama dönemi, hem yaratıcıları ve hem de yapıtları yarattı ve önce yeni insanı yarattı.

Aydınlanmadan korkmanız, bunlardan korkmanızdır; bunlardan korkmanız, karanlığın gönüllü şövalyesi olmanızdır!

Gelişme ve yeni insan, on yüzlerce yıl saman tadında yaşayan insanın içinde ve boğucu ve sıkıcı bir sükûnetle birlikte birikti, insanoğlunu yepyeni bir kişiliğe büründüren patlama, bu birikimin dışa vurumu oldu.

İşte sizin ifrit olduğunuz, adını duyunca tüylerinizi diken diken yapan ve daha çok da korkularınızı depreştiren “aydınlanma” budur!

Buna ifrit olmak, bundan ürkmek ve akıl dışı lakırdılarla hücum etmek, karanlığın şövalyeliğini yapmak değilse nedir?

Endüstri devrimi öncesinin endüstri işçisi, Engels’in ünlü tanımı ile “gerçekte insan değillerdi”; insana yakışmayan bir yaşam sürdürüyorlardı.

Bu durumu anlatmak için Engels şöyle yazıyordu; ” Kısacası, o günlerin İngiliz endüstri işçisi, bugün Almanya’da şurada ya da burada rastlanan türde, kendi kabuğuna çekilmiş bir biçimde hiçbir zihin işlemi göstermeden ve yaşamında büyük dalgalanmalar olmadan yaşadı ve düşündü. Çok az okuyabiliyorlardı ve çok daha az yazıyorlardı; düzenli olarak kiliseye gidiyorlar, politika konuşmuyorlar, gizli işlere kalkışmıyorlar, düşünmüyorlar, fiziksel egzersizlerden haz alıyorlar; İncil’i dedelerinden gelme bir saygı ile dinliyorlar,’üst’ sınıflara karşı, sorgusuz bir tevazu ile aşırı ölçüde iyi davranıyorlardı. Ancak entelektüel açıdan ölü idiler; küçük, özel çıkarları için ve tezgâhları ile bahçeleri için yaşıyorlardı, ufuklarının üstündeki bütün insanlığı sürükleyen güçlü hareketten hiç haberleri yoktu. Sessiz bitkisel yaşamlarında rahat idiler ve eğer endüstri devrimi olmasaydı, bu ılık romantik fakat insana yakışmayan varoluştan kurtulmaları mümkün olmayacaktı.”

İşte budur, yani bundan kurtulmanın adıdır aydınlanma ve işte siz ezilen ve sömürülen işçi ve emekçi sınıfların, halkların, gerçekte insan olmayan insanlara döndürülmesini ve ortaçağın o sessiz ve bitkisel yaşamlarından mutlu olan insanlarına döndürülmesini istediğiniz için, kurtulmayı ise istememelerini istediğiniz için, dahası modeliniz bu tip bir insan olduğu için, aydınlanmaya karşı cenk halindesiniz; bu yüzden siz ABD emperyalizmine, ABD emperyalizmi de size aşkla yaklaşıyor!

Birbirinize muhtaç olduğunuz anlaşılıyor!

Ama dedim ya, ilerleme motorlu tarihsel-toplumsal gelişme buna izin vermez, eninde sonunda yeni bir aydınlanmayı, yepyeni ve öncekinden daha şiddetli bir patlamayı tarih sahnesine taşır ve taşıyor!

Nasıl ki, sanayi devrimi öncesinin insanı, fırtınadan önceki uzun bir sessizlik dönemi içinde ılık romantik ama insana yakışmayan varoluşlarından kurtulmayı düşünmedikleri gibi, bu doğaları gereği, yaklaşan fırtınayı fark etmekten de uzak oldukları halde; onca yüzyıllık sessizlik içinde ve tarinin ilerleme çizgisinin derinliklerinde biriken fırtınadan habersiz, bilmedikleri endüstri devrimini, binlerce yıl değişme sözcüğünü unutturmuş bir yavaşlığa alışmış halde beklemezken, bu aydınlanma ile, bu patlama ile sarsıldı ve yeni insan olmanın kapılarını açtı ise; bugün de, bir ortaçağ karanlığının ve buna uygun edilgenleştirilmiş, sürüleştirilmiş insanlığın eşiğinde eşelenen insanların da yepyeni bir aydınlanmaya, çok daha şiddetli bir patlamaya muhtaç olmaları bir yana, bununla sarsılmaları ve yepyeni bir insan formunda fışkırmaları da kaçınılmazdır!

Engels, 1845 yılında ilk baskısı yayınlanan “İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu” başlıklı çalışmasının ilk cümlesi çok ilginç; “İngiltere’de proletaryanın tarihi, geçen yüzyılın ikinci yarısında, buhar kazanının ve pamuğu işleyecek makinanın icat edilmesiyle başlar. Bu icatlar, bilindiği gibi, bir endüstri devrimine, tüm sivil toplumu değiştiren ve tarihsel önemi ancak şimdi kabul edilmeye başlanan bir devrime yol açtı.”

“Endüstri devrimi” deyimi ilk kez burada geçiyor ve Engels endüstri devriminden, “tarihsel önemi ancak şimdi kabul edilmeye başlıyor” diye söz ediyor.

Çok açık değil mi?

Gelişme, tarihin ilerleme çizgisi üzerinde ama derinliklerinde gizli ve ancak bilimsel bir bakışla, kaba bakışları besleyen tüm hastalıklardan arınmış olarak bakınca görülebiliyor ve tarihin ilerleme motorlu çizgisinin sanıldığının aksine, en sessiz anında bile, hatta en çok “u” dönüşü yaptığı zamanda bile, bir patlama ile ortaya çıkacak olan bir sıçramayı yaratacak birikimin hareketliliğini taşıdığı anlaşılmaktadır!

Bu gün tarihin ilerleme motorlu gelişme çizgisinin bir “u” dönüşü ile rotasından saptırılıp, dünyanın ve insanlığın kapitalizm öncesine döndürülmeye çalışıldığını ve insanoğlunun bu dönüşüme uygun insan formuna, Engels’in tanımladığı endüstri devrimi öncesindeki “gerçekten insan olmayan insanına” dönüştürülmeye çalışıldığını görmek için, bilimsel bakmak da gerekmiyor; bilimsel bakanlar, bunu çok önce gösterdiler. Bu gerçekliğin üzerini örtmek için ise vülger bakmak, yani bilimdışı bakmak ve baktırmak esastır.

İşte siz bay Kürt fetişistleri, tam da bu şekilde bakıyor ve bunu model yapmaya çalışıyorsunuz; aydınlamaya ifrit olmanızla ve aydınlamaya vurguyu, kapitalizm savunusu ile özdeşleştirmenizle, hem korkunuzu ve hem de kapitalizmin, ömrünü uzatmak için, kendi tarihinin gerisindeki bir karanlığa, yeni bir ortaçağa açılan kapıları zorlamasının gönüllü şövalyesi olduğunuzu dışa vurmuş oluyorsunuz!

Bunun için tarihe ve gelişmelere kaba bakmaya mahkûmsunuz; ama vülger bakmak ve baktırmak, yaklaşan katastrofun fırtınasından önceki son bakıştır ve bu bakışın fırtınayı görememesi, derinde birikmiş olan patlamayı duyamaması normaldir.

Fakat bilimsel bakış ile bakanlar, hem öznel çabalarla bir “u” dönüşüne bükülmüş olan tarihin ilerleme çizgisinin derinliklerinde biriktirdiği patlamayı, hem de bu patlamanın, bu “u” dönüşünü tersine bükecek olan ve hem de tarihin ilerleme çizgisi önündeki bütün engelleri kaldıracak olan yeni insanı fışkırtacağını görüyorlar ve duyuyorlar.

Yani, tarihe bilimdışı bakanların gördüğü, tarihin ilerleme çizgisinin derin bir sükûnet içinde aktığıdır; ancak gerçeğin bu olmadığını, bu sessizliğin, bu suskunluğun, insanoğlunun on yüzlerce yıl yel değirmenleri ile yaşamasının ve hatta onlarla zaman zaman kavga etmesinin, sonunda ortaya çıkacak olan patlamanın birikimi olduğu, tarihe bilimsel bakanların gördüğüdür!

On yüzlerce yıl saman tadında yaşayan insanoğlunun, bu patlama ile ve bir insan ömründen kısa gibi görünen bir zaman içinde, yepyeni bir kişiliğe büründüğü görülmüştür ki işte bu,“aydınlanma” dır; kaba bakanlar, bilimsel bakmayanlar bunu hâlâ göremiyorlar, görmek istemiyorlar; yani görmek istemiyorsunuz demek istiyorum!

Çünkü bir Tanzimat öncesinin karanlığının ifadesi olan dinci -gerici-islamik-osmanik faşist 12 Eylül rejiminin TC’sinin yönetimine ortak olmak için can atıyorsunuz!

Ve çok net değil mi, seni dinleyen de Haziran hareketini sosyalist devrim istemeyen bir turuncu komünist parti sanır; oysa her şey açık, bu bir ilerici-devrimci harekettir ve toplumda yansıyan ilerici-devrimci yöndeki hareketliliğin dışa vurumudur!

Hani sıkışınca siz hep dersiniz ya “HDP sosyalist değil” diye, Haziran hareketi de sosyalist değil ama ona kapalı da değil, HDP ise doğuştan kapalı ve Öcalan’ın buyruğuna o yüzden çok hevesle sarılmaktadır ve HDP buna rağmen sosyalist bir renkle pazarlar kendisini Haziran hareketi ise bütün taraflılığı ile karanlığın karşısında, aydınlanmanın içindedir ve bu yüzden sosyalizmi dışlamaz ama gene de orta yere ben “sosyalistim” diye çıkmaz; işte senin anlamadığın “taraflı-tarafsız” diyalektiği budur!

Sizin ise tarafınız da tarafsızlığınız da karanlığın lehine, karanlığa aşkla bağlı olmanıza açılmaktadır; “BOYKOT” diyerek içine girdiğiniz “tarafsız” lığınızla, dinci-gerici faşist Eylül rejiminin ne denli tarafı olduğunuzu çok açık göstermiştiniz de bunu bile “anarşist” renge bürünerek örtmüştünüz ve şimdi ise bütün reddettiklerinize, mesela TC’ye, mesela parlamento’ya, mesela oy sandığının sihrine, son derece fetiş bir şekilde tapıyorsunuz da bunu bile hâlâ “solcu”luğun şanından göstermeye çalışıyorsunuz!

Bu dışa vuruma, ortaokul talebesi mantığına bürünüp, “turuncu komünist” yaftası vurarak, ondan sonra da ,” hani nerde sosyalizm, yoksam siz kapitalizmin aydınlık yüzünü mü getireceksiniz? “ diye sorarak aklın sıra “düzen içi” bir renk vermen, senin ne denli cehalet içinde olduğunu gösterir, değilse köylü kurnazlığının sınırlarını aşıyorsun demektir!

Ama daha önemlisi, böylece HDP’nin bir Amerikan projesi olduğunun, Amerika TC düşmanlığı buyurursa TC düşmanı, TC dostluğu buyurursa TC dostu ve hatta ortağı olmaya çoktan teşne olduğunun, karanlık ile pazarlığının ise doğuştan olduğunu örtmek istiyorsun demektir!

Yani Amerika ne derse o olduğunun ama kurt da, aslan da olmadığının üzerini örtüyor olduğunun üzerini ancak böyle örtmeye çalışıyorsun demektir!

Ekim_Arat’ın kendisi de okudu mu bilmiyorum ama burada paylaştığı bir yazının linkinde ki bir başlıkta denildiği gibi, Faşizmi darbelemekten, ayakta alkışlamaya varmanızı “sol” hatta yer yer “sosyalist” bir renge bürünerek örtülemeye çalışıyorsunuz demektir!
Bunun adı iki yüzlülüktür ve içine girdiğiniz yerde takiye olmaktadır!

Oysa Haziran hareketi cumhuriyetçi, bağımsızlıkçı, laik, kamucu, Kürt düşmanlığı olmayan ve bunlar olmazsa sosyalizmin de olmayacağının bilincinde olan bir harekettir ki, eşyanın tabiatı gereği bu hareketin içinde de bu bilinçten yoksun veya bu bilince bigâne kalanlar da olabilir, hatta bu harekette karanlığın muhibbi olarak görevli olanlar bile olabilir; hatta ve hatta tabanlarının baskısına dayanamadığı için katılan hareketler de olabilir, ama bu, hareketin özünü ve toplumda yansıyan ilerici-devrimci yöndeki hareketliliğin dışa vurumu olduğu gerçeğini değiştirmez de, sakatlamaz da!

Kürt ve Türk emekçilerinin ( ama illa ki ilerici olanlarının) birlikte kuracakları böyle bir demokratik cumhuriyetin hareketidir; bu ne TC’dir ne de bir ümmet düzenidir; sayenizde sosyalist iktidara giden yol üzerinde Kemalistlerin başaramadığı engeller, bir ortaçağ tortusu olarak dağ gibi bir moloz yığını misli dikilmiştir; işte haziran hareketi, cumhuriyetçi, bağımsızlıkçı, laik, kamucu, Kürt düşmanlığı olmayan ve sosyalizmi dışlamayan bir emekçi cumhuriyetini bu molozların üzerinden kuramayacağının bilinciyle hem tarafsızdır, hem de taraftır!

Sadece ilkesel olarak kendi tarafındadır demek istiyorum; çünkü hangi at izinin it izlerini örtmek için, hangisinin şirin göstermek için hangisinin ezip geçmek için hareket halinde olduğunun belli olmadığı bir atmosferde bu hem en tarafsız ve aynı zamanda en taraflı yaklaşımdır!

Ama sen bunu, hem cehaletinin katsayısı yüksek olduğu için ve hem de daha çok buna niyetin olmadığı için anlayamazsın; anlamamaya mahkûmsun demek istiyorum!

Ve akırsanız da, köpürseniz de tarihin diyalektiği, bu Kürt ve Türk emekçilerin birlikte kuracakları cumhuriyetçi, bağımsızlıkçı, laik, kamucu, Kürt düşmanlığı olmayan ve sosyalizmi dışlamayan bir emekçi cumhuriyetini işaret etmekte ve tarih bu yöne akmaktadır!

Tarih bu toprakları ilerici-gerici eksende bir iç savaşa sürüklemektedir ki bu tamı tamına bir sınıf mücadelesinin ifadesidir; toplumsal dinamiklerin, sınıfsal dengelerin kendi içinde ve karşılıklı konumlanışı sınıf mücadelesini bu yönde bir karşılaşmaya sürüklemektedir.

İşte bu nedenle öteden beri, “geldiler geldiler bir karanlığın içine girdiler” diyerek, Kürt halkını ve ona devrimci bir biçim vererek tarihsel vazgeçilmez çıkarlarına sahip çıkmaları için başlarını yüksek tutmalarına mihmandar olan devrimci-demokratları uyarıyoruz ve tarihin bu diyalektik akışını hatırlatıyoruz!

Siz o kadar öyle kör ve zifiri bir karanlığa saplanmış ve bu karanlıkta bilimin aydınlığına sarılacağınıza, karanlığın kara delikleri misli insanlığı yutmak için kendi içinde dönerken yarattığı parlak ışıklara sarılmışsınız ki, uyarımızın size değil, sizin bu karanlığa çekmeye çalıştığınız bilimin aydınlığına sarılmak için yola çıkmış Kürtlere ve vazgeçilmez tarihsel çıkarları için başını göğe kaldırmış Kürt halkına olduğunu göremediğiniz gibi, bu uyarımızla karanlık yolunuzun aydınlığın hücumu ile deşifre olacağından ve bütün karanlık yüzünüzle çırılçıplak kalacağınızdan korkuyorsunuz ki bunun kaçınılmaz bir son olduğunu, elbette siz de biliyor ve işte bu yüzden ya en sinsi halinize, yani yılanın kurnazlığı ile güvercinin suçsuzluğuna, ya da gerçeklerin üzerine bodoslama dalan aslanların ölçüsüz hiddetinde korkusuzluk tripine giriyorsunuz!

Oysa Haziran hareketi, aydınlanmaya vurgu yapıyorsa bu, zifiri bir karanlığın ifadesi olan dinci-gerici 12 Eylül faşist diktatörlüğüne karşı, bilimin aydınlığına sarılmayı referans almaktadır!

İşte bu yüzden, sizin kanka olmaya, hatta en renkli gömleklerinizle ortak olmaya hazırlandığınız bu karanlığa karşı durmanın ifadesi olan Haziran hareketine, bu karanlığın arkasındaki egemen sınıflara ve onların egemen ideoloji ve politikalarına ve elbette bu egemenliği sağlam tutmak için kurdukları mekanizmalara duymadığınız kin ve nefreti kusuyorsunuz!

Sonra da beş yaşında çocuk zekâsının bile hem güleceği, hem de kolaylıkla mahkûm edeceği savlarınızla bu içinde bulunduğunuz gerçekliğin üzerini, en az bu gerçekliğin taşıdığı karanlık kadar karanlık lakırdılarla örtmeye, Haziran hareketinin, sizin kanka olduğunuz ve yönetimine ortak olmaya çalıştığınız karanlığın tarafında olduğu yalanını pompalıyorsunuz!

Tabii bu sizin için aslında, “isteyenin bir yüzü kara vermeyen zenci” misli bir temennidir; ne kadar bu tür beddualar ederseniz, o denli Haziran hareketi içine girer diye kuruntu yapar durursunuz!
Ama bu ne sizin, ne de Hazirancıların insiyatifindedir; dedim ya elbette sizin de ve Hazirancıların da içinde olduğu gerçek insan faaliyetlerinin ifadesi olan ve tarihin diyalektik akışına tabi olan sınıf mücadelesinin insiyatifindedir!

Haziran hareketi her ne yöne yönelirse yönelsin bu onun ilerleme motorlu tarihsel-toplumsal gelişme çizgisinin üzerinde ve canlı, gerçek insan faaliyetleri ile şekillenen sınıf mücadelesinin ortaya koyduğu bir tarihsel-toplumsal vesile olma gerçeğini değiştirmeyecektir!

İşte burada bilimin ve bilimsel düşünce sahiplerinin, tarihin ve toplumsal gelişmenin ya da başka ifadeyle bu gelişmeye karşı kalın bir duvar oluşturan engellere karşı direnç göstermekten başka seçeneği olmayan ilerleme motorlu tarihsel-toplumsal gelişmenin ortaya koyduğu bu vesileyle tarihin lineer akışını olması gereken doğrultuya çevirme hüneri belirleyici olacaktır; yani tarihsel-toplumsal gelişmenin işaretini alır almaz aydınlık saçan fenerlerini tarihin varmak istediği yöne tutarak bu vesileyi tarihin en güçlü, en devrimci değiştirici ve dönüştürücü vesilesi yapacaklardır!

İşte bu nedenle “aydınlık” sözcüğünden, “laikliğin” ürkütücü sesinden, “halkçı” lığın devrimci ruhundan ve cumhuriyetin ilerici niteliğinden korkup, gerici-dinci bir karanlığın ifadesi olan ortaçağın bile kollarına atılıyor, ölmekte olan, çürümüş, pislik akan kapitalizm cehennemini bu ortaçağ karanlığı ile “demokratize “ederek, ölümden kurtarmaya ve işçi ve emekçi sınıfların, halkların en korkunç cehennemine çevirmenin gönüllü şövalyeliğine aşkla bağlanıyorsunuz!

Öyleyse sizi tutmuyoruz, ama sizin de Kürt halkının paçasına yapışıp içinde olmaktan büyük mutluluk duyduğunuz karanlığa çekmenize seyirci kalmıyoruz, aksine karşısına dikiliyoruz; ilerici-devrimci Kürt emekçiler ile aranıza bilimsel ve çelikten bir duvar örüyoruz, aşkla bağlandığınız gericiliğinize tav olanları ise size bırakıyoruz, henüz tav olmayanları ise, bilimin aydınlık yoluna çağırıyoruz!

Gerisini tarihin diyalektik akışı halledecektir bunun için en bilimsel iyimserliğimizle pek fazla merak etmiyoruz; çünkü yaklaşan katastrofun hangi yöne evrildiğini, emperyalist çakalların niyetlerini ve oyunlarını göz ardı etmeden biliyoruz ve görüyoruz!

Yani karanlığınız sizin olsun, biz bilimin aydınlık yolundan gitmeye kararlıyız diyoruz!

Dedim ya, tarihin ilerleme çizgisinin derin bir sükûnet içinde akmadığını; bu derin sessizliğin ve suskunluğun, sonunda Haziran suretinde patlayacak olan bir aydınlanmanın birikmiş olduğunu ve bunun, ancak bilimsel bakışla görülebileceğini, kafanıza Haziran kadar büyük bir taş düştüğünde siz de göreceksiniz ve sizin ne denli bilimsel bakıştan uzak olduğunuzu ve bütün kapıları bu bakışa kapatmak için çırpındığınızı herkes görecektir!

(*) Cemal Süreya ölene kadar Türk şairi olarak ama yine de aydınlıkta kalmış bir Kürt olarak kalmıştır ki bu, onun suçu değildir; bu, Türklerden çok, sizin gibi aydınlığa düşman, akla nefretle yaklaşan ve akılsız kalma ile karanlıkta kalmayı en akıllı iş sanan Kürtlerin marifetidir ki Diyarbekir’de ilk Kürt renkli mitingi, Kürtler değil, Türkler yapmıştır ve en çok karşısında duranlar, sizin gibi akla ve aydınlığa düşman, akılsızlığın ve karanlığın sadık muhipleri olmuştur!

Fikret Uzun

19 Mayıs 2015

DİN BİLİM VE SOSYALİSTLER

DİN BİLİM VE SOSYALİSTLER

“…her din, insanların günlük yaşayışını egemenlik altında bulunduran dış güçlerin, onların kafalarındaki düşlemsel yansımalarından, dünyasal güçlerin içinde dünya üstü güçler biçimine büründükleri bir yansımadan başka bir şey değildir.

Tarihin başlangıçlarında bu yansımaya uğrayan ve gelişmenin devamında çeşitli halklar arasında çok çeşitli ve çok değişik kişileştirmelere bürünen güçler, önce doğa güçleridir.

Ama az sonra, doğal güçlerin yanı sıra bir o denli yabancı ve başlangıçta bir o denli açıklanmaz bir biçimde insanların karşısına dikilen güçler olan toplumsal güçler de işe karışır ve onları doğa güçlerinin doğal zorunluluk görünüşlerinin tıpkısı bir doğal zorunluluk görünüşü ile egemenlikleri altına alırlar.

Başlangıçta içlerinde yalnızca doğanın gizemli güçlerinin yansıdıkları düşlemsel kişilikler, böylece toplumsal öznitelikler kazanır, tarihsel güçlerin simgeleri durumuna gelirler.

Evrimin daha da gelişmiş bir aşamasında, çok sayıdaki tanrıların tüm doğal ve toplumsal öznitelikleri, bu kez soyut insanın yansımasından başka bir şey olmayan her şeye yetenekli tek bir tanrıya geçirilir.

Tarihte, çöküş durumundaki bayağı Yunan felsefesinin son ürünü olan ve dörtbaşı bayındır cisimleşmesini Yahudilerin kendilerine özgü ulusal tanrısı Yahova’da bulan tektanrıcılık, işte böyle doğmuştur.

Bu elverişli, kullanılabilir ve her şeye uyarlanmaya yetenekli biçim altında din, insanlar o güçlerin egemenliği altında kaldıkları sürece onları yöneten yabancı, doğal ve toplumsal güçlere göre dolaysız, yani duygusal biçim olarak varlığını sürdürebilir.

Oysa bugünkü burjuva toplumda insanların, gene kendileri tarafından yaratılmış ekonomik ilişkiler, gene kendileri tarafından üretilmiş üretim araçları aracıyla, sanki yabancı bir güç aracıyla yönetilir gibi yönetildiklerini birçok kez görmüş bulunuyoruz. O halde dinsel yansımanın gerçek temeli ve onunla birlikte dinsel yansının kendisi de varlığını sürdürür.

Ve burjuva iktisadı, bu yabancı egemenliğinin nedensel bağlantısına bir göz atmaya izin verse bile, bu hiçbir şeyi değiştirmez. Burjuva iktisadı ne genel olarak bunalımları önleyebilir, ne bireysel kapitalisti yitiklerden, karşılıksız borçlardan ve batkıdan, ne de işçiyi işsizlik ve sefaletten esirgeyebilir.

Atasözü hep haklı: İnsan önerir, Tanrı düzenler (Tanrı, yani kapitalist üretim biçiminin yabancı egemenliği). “ ( F.Engels-Anti-Dühring)

Sosyalist harekette zaman zaman yılgınlık ve mücadeleyi terk etme dönemleri baş gösterir ki bu çok doğaldır; hareketin karşı devrimci saldırılarla bunaldığı, devrimci yükselişin gerilemeye başladığı durumlarda hem işçiler hem de aydınlar arasında devrim kapısından dönenler çok görülür.

Ne var ki, bu olgu Türkiye’de kendine has bir özgünlüğe sahiptir; eskiden beri yılgınlık ve hareketi terk etmek yalnızca gerileme dönemlerinde değil, hareketin hemen her döneminde ve üstelik yükseliş için nesnel koşulların mevcut olduğu dönemlerde de ve de hareketi terk ederken hareketin gömleğini yanında götürerek ortaya çıkmaktadır!

Bu olgunun 12 Eylül öncesi sol/sosyalist harekette baş gösteren bir olgu olduğunu ve 12 Eylül rejiminin ideolojik-politik hegemonyasının da etkisiyle Türkiye sol/sosyalist siyasal hareketine, hem de hızlı bir cahilleşme ve mürtecileşme dinamiği eşliğinde yapışıp kaldığını ve süreç içinde sistemli ve kalıcı bir mekanizma haline geldiğini bugün çok daha açıklıkla görebiliyoruz!

Daha önce sol/sosyalist hareketi “ivmelendirme hayali” içinde İslamla kaynaştırma teorileri pompalanırken, 12 Eylül ile birlikte bu hayalden çıkılıp, bu hayalin de son tahlilde varacağı yer olan sol/ sosyalist hareketin dinci hareketin hegemonyasına teslim edilmesi olgusu baş göstermiş ve artık tam içinde olunduğunu, bilumum “sol/sosyalist” gömlekli devrim kaçkını yeni mürtecilerin, ölçüsüz bir utanmazlık ve cehalet içinde ümmet toplumu ile sosyalist toplumu özdeşleştiren vaazlar vermelerinden, devrimciliği “ kapanma özgürlüğü” için mücadeleye indirgemelerinden görebiliyoruz.

Buradayız ve buradan devam ediyorum.

Elbette Türkiye’de insanlar, okullara, sokakta yasak olmayan her kıyafetle girebilmelidirler; isteyen sakalla ve isteyen türban ile okullara, üniversitelere girebilmelidirler.

Bu ayrıdır, ancak Türkiye’de bir laisizm sorunu vardır ve Türban, dinci politikayı yoğunlaştırmak amacıyla bir kampanyaya dönüştürülmüş ve önemli oranda başarılı olmuştur; bu anlamda, sosyalistlerin buna karşı çıkması normaldir ve hem hakkı, hem de görevidir ve bu da ayrıdır.

Asıl olan burada izlenen politikadır, sosyalistlerden bağımsızdır ve aşırı yasakçı bir politika olmuştur ve TC’nin yönetimini çoktan dinci akımlara teslim etmiş olan laisizmden de Kemalizmden de çoktan uzaklaşmış olan “Kemalist” yüksek kadrolar eliyle uygulanmıştır!

Bu politika ile bilinçli olarak türban üzerinden siyasal İslama bir mağduriyet şemsiyesi sağlanmıştır; velhasıl, aşırı baskı, dinci akımlara “türban özgürlüğü” üzerinden alan açmayı ve açık olan alanların da genişlemesini kolaylaştırmıştır; istenen de zaten Dühring’in felsefi, Bismarck’ın pratik cinliklerinden beri hep bu olmuştur!

Bu noktada en passant hatırlatmak isterim ki devleti ve dini, yavaş yavaş sistemin dışına çıkarmak sosyalistlerin temel ilkelerindendir.

Bu arada gene geçerken ekliyorum ki Öcalan’ın, devleti sistemin dışına çıkarmak gibi bir düşüncesi yoktur; Öcalan’ın düşüncesinde, devletin sistem içinde olduğu ama sadece ulus-devlete yer olmadığı apaçık anlaşılmaktadır.

Oysa devleti ve dini sistem dışına çıkarmadan, sınıfsız, sınırsız, sömürüsüz, devletsiz, demokrasisiz ve kavgasız-gürültüsüz bir dünya kurulamaz!

Ayrıca, bırakalım dinci tekke ve tarikatların özgürlüğünü savunmayı, hiçbir Marxist-Leninist, Yunus Emreci, Mevlanacı bile olamaz, olmamalıdır demek istiyorum; her ikisi de idealisttir ve başkaldırıyı reddeder, edilgenliğe felsefi methiyeler düzer!

Bununla birlikte, dinci siyasal akımların Muaviye’den beri tek mücadele silahı takiye ve hiledir ve İslamdaki bütün kavgalar, iktidar kavgasıdır ve siyasidir; İslam dininin, siyasal iktidar mücadelesinin dışında hiçbir tartışması yoktur!

Türkiye’de dinci politikanın yoğunlaştırılması da bu temeldedir ve 12 Eylül’ün nedenlerinden ve egemen sınıfın ihtiyaçlarından biridir; bu ise, Türkiye’nin sosyalist hareketini, laik burjuva ideolojisiyle, Kemalizmle durduramamaktan doğmuştur.

Bu nedenle sosyalist harekete karşı yoğun bir dinci eğitim gerekli görüldü; 12 Eylül rejimi, Kemalist edebiyatı abartarak, Kemalizmin çok gerilerine çekildi ve Cumhuriyet tarihinin en irticai hükümetlerini kura kura ilerledi ve de sonunda, Erbakan’ı tasfiye ederek, Erbakan’dan çok daha yoğun bir dinci politika izleyecek olan AKP’yi buldu; AKP, ihtiyaç keşfin anasıdır özdeyişini haklı çıkaran bir olgudur!

28 Şubat konusunda kafası karışık olanlar, bu olguya puslu gözlerle bakanlar, bugün dinci politikanın hangi boyutlarda olduğuna bakmalılar!

Diğer yandan, Türkiye’de sosyalistler ile dinci siyasal akımlar arasında tam bir karşıtlık vardır; buna karşın, bazı aydınlar ve“sosyalist” etiketli politikacılar, Türkiye’de yasal bir komünist partisinin kurulmasıyla, tekkelere, tarikatlara izin verilmesini aynı kefeye koymuşlardır ki hâlâ aynı kefededir; oysa bu, her ne amaç güdülürse güdülsün, kendine güvensizliğin ifadesidir, değilse yeni mürteciliğin gereğidir!

Tekke ve tarikatlar, ülkeyi burjuva dönemin de gerisine çekmek içindir; sosyalizm ise kendisini burjuva dönemin sonrası olarak tanıtıyor; öyleyse bu ikisi yan yana getirilemez!

Türkiye’de dinci siyasal akımlar hükümetlere çok ortak oldular ve sonunda kendileri hükümet oldular, hatta devletin en yüksek katlarına çıktılar; örnek olsun mecliste siyasal af tartışılırken, söz verdikleri halde, dinci örgütlenmeleri engelleyen yasakları kaldırırken, sosyalistlerin hapiste kalmalarını sağlayacak düzenlemeler içine girdiler.

Ayrıca, bu güne kadar ve bu gün fazlasıyla, Türkiye’de siyasal İslam hep iktidarda ve baskıcı olmuştur. Sosyalistler ise ancak ezilenlerle işbirliği yapabilir; oysa “siyasal İslam”, Türkiye’de ezilmiyor, aksine eziyor; öyleyse sosyalistlerin siyasal İslam ile işbirliğinin imkânlarını düşünmeleri, mümkün değildir.

Dinci siyasal akımlar, türban özgürlüğünü, türbanla üniversiteye girebilme özgürlüğünü, özgürlüklere inandıkları için değil, dinci akımların, dinci örgütlenmelerin egemenliğinin artırılması için, dolayısıyla özgürlüklerin daha kolay kaldırılmasının sağlanması için savunuyor ve bunun için kampanyalar yapıyorlar; yaptılar demek istiyorum!

Ve sosyalistler bilirler ki, insanlık tarihi aynı zamanda bir ilericilik – gericilik tarihidir; dünyanın hiçbir yerinde ilericilik-gericilik ayrımını ve tartışmasını ortadan kaldırmak mümkün olmamıştır; ancak ileri ya da gerici olarak nitelenen kişiler yer değiştirebilir.

İlerleme yönündeki gelişmenin merkezinde ise sınıf savaşı vardır. O nedenle gericiliğe karşı mücadele kendiliğinden ileri ve ilericidir ve de sınıf mücadelesinin içindedir.

Bu anlamda bilimin ilerleme yönünde gelişmesi, insanlığı kadere boyun eğmekten, edilgenlikten kurtarıp, kaderine hükmetmesi için gericilikle mücadele etmesine, din alanının geriletilmesine olanak sağlar.

Ama bu, zor yoluyla hesaplaşmanın ifadesi değildir. Bilimin ve ilerlemenin galip gelerek, din alanının insan bilincindeki tahakkümünü daraltması ve insanın bilincinin özgürleşmesini sağlaması demektir.

Öyleyse doğru olan, bilimin yasalarına sahip çıkarak, ısrarlı, soğukkanlı, dikkatli ve sabırlı bir entelektüel tavırla mücadele etmektir.

Aşırı hesaplaşma da, aşırı uzlaşma da tarikatların ve tarikatçıların alan bulmasına ve alan genişletmesine neden olur; ayrıca, aşırı uzlaşma, akıl alanının daralmasına neden olurken tarikat ve tarikatçıların örgütlenmesinin önünü açar.

Dini olanla rasyonel olan, iki ayrı alandır ve dinin kuralları ile aklın yasaları uzlaşmaz bir karşıtlık içindedir. Bunlardan birinin etki alanının genişlemesi, diğerinin daralması demektir. O nedenle aklın alanı sabırlı bir mücadele ile genişletilerek, dinin alanı daraltılabilir.

Din alanının daraltılması, insanların dini inançlarına ve namazına niyazına müdahale edilmesi, yasak konulması demek değildir

Demek ki, ne din alanını genişletmesi anlamında, bu alanla barış içinde olmak, ne de bu alanı tümüyle kısıtlamak için düşmanca mücadele etmek doğrudur.

Buradan hareketle ne aydın din adamı, ne de açık görüşlü İslamiyet mümkündür. Bu ancak İslamdan uzaklaşanların deşifre olmasına yarar ve bu türlerin dışlandığını ve hatta zaman zaman katledildiğini hepimiz biliyoruz ki, yine de bu alanın genişlemesine yaramaktan başka bir işlevi olmamıştır.

Öte yandan sosyalistler, dine ve namaz kılanlara saygılıdır; kimsenin dini inançlarına zorla müdahale etmezler!

Sonuç olarak, sosyalistler, kimsenin bireysel olarak sürdürdüğü dini inançlarına zorla müdahale etmediğini, etmeyeceğini, ancak bunun devlet eliyle güçlendirilen tarikat örgütlenmeleri ile yerine getirilmesine de ön ayak olmayacağı gibi, bu yöndeki uygulamalardan tümüyle ayrılacağını da açıklıkla anlatmalı ve pratikte de göstermelidir.

Örnek olsun, sosyalistler, gericilikle mücadele adına, türban takmanın, ibadet etmenin, cenazenin dini kurallarla kaldırılmasının önüne zorla engel koymazlar ama sırf özgürlük yanlısı olmak adına, bunu özendirici düzenlemeleri de üzerine vazife olarak almazlar ve savunmazlar.

Fikret Uzun

14-Mayıs-2015

KENAN EVRENİN ARDINDA KALAN BURNUMUZU GIDIKLAYAN GERÇEKLER

KENAN EVRENİN ARDINDA KALAN BURNUMUZU GIDIKLAYAN GERÇEKLER; MEDİNE SÖZLEŞMESİ, ÜMMET TOPLUMU, İLKEL AŞİRET KOMÜNÜ GERİCİ KÜRT-TÜRK İTTİFAKINA: YERE DÜŞEN SOSYALİZM BAYRAĞINI YÜKSEĞE KALDIRIP SOSYALİZME ALAN AÇMAK VE LAİK HALKÇI DEVRİMCİ BİR EMEKÇİ CUMHURİYETİ KURMAK SOSYALİSTLERİ DIŞLAMAYAN İLERİCİ KÜRT –TÜRK KARDEŞLİĞİNE TEKABÜL EDER

Barış Zeren, geçen yıl, bu ay içinde, Öcalan’ın çağrısıyla, toplanan “Demokratik İslam Kongresi” bağlamında Öcalan’ın yaklaşımını eleştiren bir mektup yayınlanmıştı.

B.Zeren’ in aktarımıyla hatırlatmak istiyorum ki, Öcalan’ın çağrısıyla toplanan “Demokratik İslam Kongresi”nin, çağrıya icabet eden, Şeyh Saidçi” likten ve küçük cemaat temsilcilerine dek çeşitli akımlardan 349 Ortadoğulu ve Türkiyeli delegenin katılımıyla gerçekleştirdiği toplantıda, Kürt kimliği ile İslam’ın hangi noktada buluşacağını tartışmıştı.

Kongrede, Türklerle Kürtlerin İslam bayrağı altındaki “kardeşlik ve dayanışma” hukuku, Öcalan’ın “Medine Sözleşmesi” gibi temelsiz sloganlarıyla sürdürülmüştü.

İlginçtir ki Barış Zeren’ in de dikkatinden kaçmamış, Kürt yayınlarında, Medine Sözleşmesi’nin çağdaş anayasalardan daha ileri olduğunu söyleyen örnek olsun TKP artığı şimdi HDP muhibbi Veysi Sarısözen gibi hık deyiciler, bu sloganlara balıklama atladılar ve “Medine Sözleşmesi” sloganı, kongrenin ana konusu olarak benimsendi, benimsetilmeye çalışıldı!

Böylece, bu topraklarda en karanlık ideolojilerin bir numaralı besin maddesi olan bir argüman, Kürt siyasetinin dağarcığına sokulmuş oldu!

Kongre’ye, Öcalan, her zaman olduğu gibi, Kürt siyasetinin içine yönelik olarak ve ideolojik bir çerçeve çizmeye çalıştığı açıkça belli olan ve de MİT eliyle bir mektup göndermişti!

Bu mektupta kültürel bir İslam öneriyor. “Ümmet”i ulustan üstün ve daha “insani” bir birlik olarak gösteriyor AKP ideologlarını kıskandıracak bir netlikle “otoriter laikçiliği” yerden yere vuruyordu ki, hık deyicilikte sınır tanımayan Veysi bey, sınırlarını zorlayarak,”ümmet toplumu” nu, sosyalist toplum ile özdeşleştirmiş ve bazıları Veysi’ yi de aşarak, “ümmet toplumu” nun, daha doğrusu “demokratik komün” de cisimleşen ümmet toplumunun sosyalizmden de ileri olduğunu vaaz etmeye başlamıştı; Öcalan’ın öteden beri dikkat çektiği ve yakındığı kraldan çok kralcı eğilimler harekete geçmiş ve Öcalan’ın pek bir itirazı olmadığı anlaşılıyordu.

Barış Zeren’ in vurgusuyla, biz de Öcalan’ın sözlerinin uzun ideolojik eleştirisini yapmayı anlamlı bulmamıştık ama bu kongrenin ve Öcalan’ın düşüncelerinin ve politikasının özüne dair eleştirel düşüncelerimizi aktarmıştık.

Öcalan, bu mektubuyla, Kemalizmin İslam’a biçim verme çabalarını mahkûm edip aynı kulvara dalma tutarsızlığını göstermiş ve bu, söylediklerinde pek bir “teorik özen” olmadığını yeterince gösteriyordu.

Zaten, bu söylemlerin, kongre dinleyicilerinin beklentisine yönelik ve dinleyicilere göre gericilik bahçesinden derlenmiş bir demet olduğu sır değildi; ancak bunları savunan bir kimsenin ileri toplumsal güçlerle, hedeflerle ilgisi olmadığı da belliydi.

Dolayısıyla Tam da B.Zeren’ in vurguladığı gibi, bu tarih ve bilim dışı fikirlerle pek fazla oyalanmadık ve bunu Öcalan’ın her hareketini sol adına aklamaya çalışacaklara bıraktık; bunun yerine, gene B. Zeren’ in vurgusunu ciddiye alarak, biz Öcalan’ın Gezi’ye göstermediği teveccühü İslamcılığa gösterme nedeni ne olabilir? Sorusunu sorduk, sorulmasını istedik!

Diğer yandan, B.Zeren’ in dikkat çektiği bir konu da, son müzakerelerin ana metninin, Cengiz Çandar raporu olduğuydu; Çandar raporunun özü de Kandil’in by-pass edilmesi ve İmralı ile BDP üzerinden Kürt siyasetinin rejime payanda edilmesiydi. (sonrasında buna uygun olarak ve şimdi apaçık bellidir, şimdilerde TC’nin yönetimine ortak olma yolunda ve Türkiye’nin “sol” renkli bir düzen partisi olma yolunda canhıraş bir çaba gösteren HDP, BDP’den klonlandı))

B.Zeren’ e göre, bu programda, Çandar’ ın bir uyarısı ilginçti ki buna biz de dikkat çekmiştik, Rapor, PKK içinde sol ve Alevi kökenli kadroların varlığını, “barış” önünde engel görüyordu. Pürüz çıkaranlara ise Paris konseptinin uygulandığına tanık olmuştuk!

Öcalan, MİT-AKP ve dün BDP, bugün HDP milletvekillerinden oluşan dünyasında İslam açılımını bugün de pek zekice buluyor olabilir. Ama Türkiye’nin de, bölgenin de kritik bir eşikte bulunduğu günümüzde, “pragmatizm” artık bir güvence olmaktan çıkmıştır; nitekim BDP içinde, seçimlerde Kürt aşiretlerinin katılmasını, “göstermelik” sol vitrin kurmaktan daha önemli görenler seslerini hiç olmadığı kadar yükseltmişlerdi ve sonuçlarını şimdi HDP’de görebiliyoruz!

Bu sonuca göre HDP, “sol” görünümle ve “muhalefet” cephesi ve “iktidar” cephesi birlikte bütün iktidar bloğunun el ve ağız birliğiyle bütün Türkiye’ye pazarlandıkça, aynı oranda, Kürt milliyetçiliğinin dar doğasının, artık solun etiketine bile açıkça itiraz ettiğini ki bunu Altan Tan’ın çıkışlarında çok sık gördük, Başka deyişle Çandar raporunun işlediğini ve MİT-AKP açısından hareket içinde Kürt sağı pekişip sivrilirken sol, Aleviler ve hatta kadın hareketi giderek “fuzuli” ya da “süs” hale gelmesi isteğinin işlerliğini koruduğunu görebiliyoruz.

Herkesin bildiği sır misli, Öcalan’ın ağzından yayılan “İslamcılığın”, ne tarihsel mezhepleri “aştığını” ne de kuşaklarca bunlara bağlı bir tabanı cezbettiğini, gören ve daha çok da görmek isteyen gözler görmektedir; ama aynı gözler, bu programla Kürt siyasetinin, artık solu vitrin olarak kullanarak da dengelenemeyecek bir sonuca ,“ Kürt gericiliğine” yürümekte olduğunu da görmektedirler!

Kürt siyasal hareketinin Türk gericiliği ile sarmaş-dolaş olması, yani Kürt gericiliği ile Türk gericiliğinin ittifakına yürümesi kaçınılmazdır ve diyalektiktir; bu varsa, karşısında ilerici Kürtler ile İlerici Türklerin sarmaş dolaş birlikteliğinin yükselmesi de kaçınılmazdır!

Nerden nereye diye soracak olursak, cevabı “Medine Sözleşmesi” sloganında ve öteden beri vurguladığımız “gelip gelip bir karanlığın içine girdiler” sözündedir!

Gören gözler, duyan kulaklar ve kendine mukayyet olan akıllar, yani “öğretilmiş düşüncelerin” kıskacında olmayan, başka ifadeyle “yitik olmayan” akıllar, bütün bunları ve ayan beyan görmektedirler!

Biz de görüyor ve göstermekten kaçınmıyoruz ki herhalde burada, bu burunları gıdıklayan gerçekleri, Turgut arkadaşla birlikte sadece Ulak göstermektedir; görenler mi çoktur, yoksa görmemeyi politika sayanlar mı çoktur bilmiyoruz ama görüp de sessizliği tercih edenlerin daha çok olduğunu görüyor ve anlıyoruz; en azından ben öyle düşünüyorum!

Burası, adı ve iddiası “sosyalist”,“sosyalizm okulu” olan bir forum olduğuna göre, bütün bu gerçekler, burayı izleyen ve hatta yüksek tutan ve elbette yüzü öyle ya da böyle sosyalizme dönük olan bütün sosyalistler için, hele ki, güncel olarak, sosyalistlik adına Kenan Evren’i mahkûm etme konusunda, arkasından beddualar ederek “devrimciliği” keskinleştirme yarışına girilip, Kenan Evrenlerin büyük büyük zenginlere hediyesi olan 12 Eylül faşist rejiminin, dinci-gerici bir diktatörlük biçiminde devam ettiği ve tam da büyük zenginlerin Kenan Evrenlerden uygulamasını istediği programı harfi harfine izlediği gerçeği konusunda kör ve sağırı oynadıkları bir zamanda, artık pratiğe düşmüş, tarih tarafından doğrulanmış, burunları gıdıklayacak denli fiziksel bir gerçek olmuş bir gerçekliğin ifadesidir; en azından öyle olmalıdır ve öyle görünmüyorsa, gören gözlerin, duyan kulakların ve kendine mukayyet olan akılların, it izlerinin at izleri ile örtülmesi yarışı karşısında sessizlikten başka sığınak bulamadıklarını düşünmek gerekmektedir!

Öyleyse demek ki Ulak’ın, böyle uzun ve hem de zaman zaman bıktırıcı bir şekilde, bu gerçekleri tekraren hatırlatması, üzerindeki örtüleri kaldırması, örtmeye çalışanları deşifre etmesi, bir zorunluluğun ifadesidir; bu forumdaki gerçeklere sahip çıkma katsayısı düştükçe, yerlerde süründükçe, Ulak’ın yerden kaldırması, kendi nezdinde katsayısını yükseltmesi kaçınılmaz olmaktadır!

İşte tam buradayız ve tarihe bir kez daha not düşmek için, “sen Lenin’den ya da Marx ve Engels’ten daha mı iyi bileceksin” diye düşünüp de bunu, kıt dağarcıkları, dar pencereleri ve sığ düşünce yapıları nedeniyle söze dökemeyenlerin feveranlarına aldırış etmeden, buraya kadar hatırlattıklarımı bütünlemek üzere, ilave olarak, sosyalistlerin din olgusu ve sorununa nasıl baktıkları konusundaki hatırlatmalarımı da aktarmak istiyorum; bu isteğimi, bu sözümü, siz Sosyalist Forumdaki, yere düşen ve başkalarının, yani sosyalizm düşmanlarının göz diktiği ve üzerinde tepinmek için türlü çeşit bahane uydurdukları yetmiyormuş gibi, bu tepinmeye “sol”-“sosyalist” bir kılıf bulmaya çalıştıkları sosyalizm bayrağını yükseğe kaldırma konusunda hassas olan forumdaşların, buraya kadar aktardıklarımı eleştirel bir gözle irdeleyene kadar yerine getireceğimden kuşkuları olmamalıdır!

Barış Zeren’e şükranlarımla…

Fikret Uzun

13-Mayıs-2015