EY HDP NİN AÇIK GİZLİ TÜM MUHİPLERİ!

EY HDP NİN AÇIK GİZLİ TÜM MUHİPLERİ!

Bilemiyorum, sanki özel eğitim almış görünüyorsunuz, her eleştiride “kıyas” yöntemine spontane olarak başvurmanız bunu düşündürüyor!

Ya da “yalan haber” veya “çarpıtma” yollu hücum ediyorsunuz!

Oysa Demirtaş, Habertürk TV ekranlarında açıkça mülakat verdi: kimilerini teskin etmek için; kimilerini korkutmak, ürkütmek için; kimilerine de, TC’nin hükümetsiz kalmasına izin vermeyeceklerinin müjdesini vermek için!

Ve bu konuda kim haber yaptı ise, haberini Habertürk TV deki mülakata dayandırdı!

Bazıları görmedi, duymadı; bazıları ise gördüğünü, duyduğunu, eksik duyurdu!

Örnek olsun, Taraf ve Yurt gazeteleri, birbirinin tıpkısı ve “HDP BARAJI GEÇEMEZSE AK PARTİ İLE KOALİSYON YAPAR MI?” alt başlığında eksik duyurdu!

Cumhuriyet gazetesi ise, başlık doğru ama o da eksik duyurdu!
Özgür Gündem, İlerihaber (HTKP’nin gazetesi) ve daha pek çok gazete haberi görmediler, duymadılar!

Bu fotoğraf oynanan oyunu apaçık resmediyor ama görmek istemeyenden daha körü var mı?

Velhasıl-ı kelam yine “ Köroğlu karda” yine” Kürt memet nöbete” hem de çok daha ucuz “ithal malzemesi” olarak ABD emperyalizminin “eğit-donat projesi”nde… Aferin Kürtler ne de güzel bir “zafer kazanmış” oldu böylece…

İşte durum budur ve örnekleri aşağıdadır ama bu bile sizin dürüst olmanıza, HDP fetişizminden kurtulmanıza yetmeyecektir; çünkü böyle bir çabanız yoktur; aksine dünya HDP-KÖH ve Öcalan etrafında dönsün de gerisi hiç önemli değildir!

Yani Türkiye’nin Kürt-Türk emekçileri, din tabanlı bir emekçi düşmanı diktatörlüğe köle yapılıyormuş, kimin umurunda; aksine hepiniz tıpkı Sovyet sosyalizminin kapitalist restorasyonu gerçekleşirken olduğu gibi, cumhuriyetin feodal restorasyonu tamamlanmaya çalışılırken zil takıp oynamaktasınız!

BUYRUN OYUN İÇİNDEKİ OYUNUN FOTOĞRAFI AŞAĞIDA!

İlk önce Habertürk’ün haberi:

( Video da var, isteyen izler) https://www.youtube.com/watch?v=P_8W07I24JA

HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, Habertürk TV Ankara Temsilcisi Veyis Ateş’in sorularını yanıtladı

Selahattin Demirtaş Habertürk’e açıkladı: PKK ile organik bağımız yok

“HDP barajı geçerse Ak Parti ile bir koalisyon yapar mı?
Bu da 7 Haziran’dan sonra konuşulacak bir şey doğrusu. Biz Türkiye’yi kaosa, istikrarsızlığa sürüklemek için seçime girmiyoruz. HDPnin amacı Türkiye’de kaotik bir durum yaratmak değil.
Seçim sonrası koalisyon ihtimali ortaya çıkarsa ilkelerimiz neticesinde kurulacak bir hükümete dışarıdan-içeriden destek verebiliriz. Biz istikrarsızlık oluşturmak için seçime girmek istemiyoruz. Tek başına iktidar olabilecek bir güce sahip olamayacağımızı da biliyoruz. Ülkenin hükümetsiz kalmasına izin vermeyiz. 8 Haziran günü esnafımız dükkânını açması lazım, memurumuzun maaşını alması gerekiyor.”

Odatv. com’ un HABERİ:

HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş AKP’ile koalisyon sorusunu yanıtladı

“İşte o röportajdaki AKP ile koalisyon sorusuna, Selahattin Demirtaş’ın verdiği yanıt:
Bu da 7 Haziran’dan sonra konuşulacak bir şey doğrusu. Biz Türkiye’yi kaosa, istikrarsızlığa sürüklemek için seçime girmiyoruz. HDP’ in amacı Türkiye’de kaotik bir durum yaratmak değil.
Seçim sonrası koalisyon ihtimali ortaya çıkarsa ilkelerimiz neticesinde kurulacak bir hükümete dışarıdan-içeriden destek verebiliriz. Biz istikrarsızlık oluşturmak için seçime girmek istemiyoruz. Tek başına iktidar olabilecek bir güce sahip olamayacağımızı da biliyoruz. Ülkenin hükümetsiz kalmasına izin vermeyiz. 8 Haziran günü esnafımız dükkânını açması lazım, memurumuzun maaşını alması gerekiyor”

HABER SOL ORG’UN HABERİ: Selahattin Demirtaş o soruyu yanıtladı: Barajı geçerse AKP ile koalisyon yapacaklar mı? | soL Haber Portalı | güne soL’dan bakın

“HDP BARAJI GEÇERSE AKP İLE BİR KOALİSYON YAPAR MI?
Bu da 7 Haziran’dan sonra konuşulacak bir şey doğrusu. Biz Türkiye’yi kaosa, istikrarsızlığa sürüklemek için seçime girmiyoruz. HDP’ nin amacı Türkiye’de kaotik bir durum yaratmak değil.

Seçim sonrası koalisyon ihtimali ortaya çıkarsa ilkelerimiz neticesinde kurulacak bir hükümete dışarıdan-içeriden destek verebiliriz. Biz istikrarsızlık oluşturmak için seçime girmek istemiyoruz. Tek başına iktidar olabilecek bir güce sahip olamayacağımızı da biliyoruz. Ülkenin hükümetsiz kalmasına izin vermeyiz. 8 Haziran günü esnafımız dükkânını açması lazım, memurumuzun maaşını alması gerekiyor.”

TARAF GAZETESİNİN HABERİ : HDP, AKP ile koalisyon yapar mı… İşte Demirtaş’ın yanıtı – Taraf Gazetesi

“HDP BARAJI GEÇEMEZSE AK PARTİ İLE KOALİSYON YAPAR MI?
Bu da 7 Haziran’dan sonra konuşulacak bir şey doğrusu. Biz Türkiye’yi kaosa, istikrarsızlığa sürüklemek için seçime girmiyoruz. HDP’ in amacı Türkiye’de kaotik bir durum yaratmak değil.”

CUMHURİYET.COM.TR HABERİ:http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/siyaset/2606 /Demirtas_acikladi…_ Baraji_ gecemezse_ HDP_nin _B_plani_var_mi_.html#

“HDP barajı geçerse Ak Parti ile bir koalisyon yapar mı?
Bu da 7 Haziran’dan sonra konuşulacak bir şey doğrusu. Biz Türkiye’yi kaosa, istikrarsızlığa sürüklemek için seçime girmiyoruz. HDP’in amacı Türkiye’de kaotik bir durum yaratmak değil.”

ÖZGÜR GÜNDEM GAZETESİ: HABER GÖRÜLMÜYOR 22 Nisan 2015 Tarihli Özgür Gündem Gazetesi Oku Gazete Manşetleri

YURT GAZETESİNİN HABERİ: Demirtaş projelerini canlı yayında anlattı | Yurt Gazetesi

“HDP BARAJI GEÇEMEZSE AK PARTİ İLE KOALİSYON YAPAR MI?Bu da 7 Haziran’dan sonra konuşulacak bir şey doğrusu. Biz Türkiye’yi kaosa, istikrarsızlığa sürüklemek için seçime girmiyoruz. HDP’in amacı Türkiye’de kaotik bir durum yaratmak değil.”

İleriorg haberi: haber görülmemiştirHDP akp ile koalisyon – ilerihaber.org+

SÖZCÜ GAZETESİnin HABERİ: Demirtaş’tan flaş açıklamalar! – Sözcü Gazetesi

“AKP ile koalisyon olur mu?
Bu da 7 Haziran sonrası konuşulabilecek şey doğrusu. Biz Türkiye’yi istikrarsızlık yaratmak için seçimlere girmiyoruz. Seçim sonrası koalisyon ihtimali ortaya çıkarsa, ilkelerimiz neticesinde kurulacak bir hükümete dışarıdan- içeriden destek verebiliriz. Biz istikrarsızlık oluşturmak için seçimlere girmiyoruz. Tek başına iktidar olabilecek bir güce sahip olamayacağımızı biz de biliyoruz. Ülkenin hükümetsiz kalmasına izin vermeyiz. 8 Haziran günü esnafımız dükkânını açması lazım, memurumuz maaşı alması gerekiyor.”

İşte böyle!

Hepinize kolay gelsin, belli oluyor, az-biraz kuşkunuz olsa da, istediğinize, beklediğinize doğru yol aldığınız için seviniyorsunuz; hakkınız olanı, böylesine pislik dolu bir coğrafyanın müsebbiplerinin elinden alıp, bu zenginler düzeninde onlarla birlikte yaşamayı sindirebilirsiniz; bu pislik birikintisini bir cennet olarak da görebilirsiniz; bunun ezilen ve sömürülen Kürt halkına pek bir faydası olmamasından hicap da duymayabilirsiniz; hatta bunu bir kurtuluş, bir zafer olarak da kabul edebilirsiniz!

Ama bilmelisiniz ki bu, sosyalistlerin kabulü olamaz; sosyalistler, bir tek Kürt mücadele etmese bile, bu pislik temizleninceye kadar, bu zulüm ortadan kalkıncaya kadar mücadele etmeyi, Kürt ve Türk emekçilerine bir borç olarak görürler, bu sözü çoktan vermişlerdir ve tutacaklarını Kürt emekçileri de, Türk emekçileri de ve elbette siz sayın HDP muhipleri de göreceksiniz!

Sosyalistlerin işi, orasını burasını tamir edip eskisini kurtarmak da değildir, yenisini kurmaktır!

Sayın bay “özgürlük” şampiyonları, özgürlük sadece Kürtler’e hak değildir; sadece Kürtler’ de eksik değildir; özgürlük Türkiye’nin bütün emekçilerine haktır; bütün emekçiler için bir eksikliktir; özgürlük sadece Türkiye’nin ezilen ve sömürülen emekçileri için de değil, bu büyük coğrafyadaki tüm halkların, tüm emekçilerin hakkı ve eksiğidir!

Sadece Kürt halkı, Kürt emekçileri değil,Türkiye’nin bütün emekçileri, bu coğrafyanın bütün halkları kurtarılmaya muhtaçtır!

Bunun önündeki en büyük ve en sinsi ve de en kararlı düşman ABD emperyalizmidir!

ABD emperyalizmi ile “dost” olarak, gücüne biat ederek, projelerinden medet bekleyerek, politikaları ile senkronize olarak, bu engel ortadan kalkmaz; Kürt halkının da, Türk emekçilerin de ve elbette bu coğrafyanın bütün ezilen, sömürülen, köleleştirilen mazlum halklarının da kurtuluşu mümkün olmaz!

Velhasıl Amerikan emperyalizmi bu coğrafyadan temizlenmeden, Vietnam halkının yaptığı gibi, kendi inine kovalanmadan bu coğrafyadaki ezilen, sömürülen halklara, emekçilere mutluluk yoktur; kurtuluş hiç yoktur!

Oysa tarihin mantığı bas bas bağırıyor; bu büyük coğrafyanın nabzı, anti-emperyalist, anti-siyonist atıyor diyor!

Tek yapılacak şey, bu nabzın sesine kulak vermek ve hiçbir güç hesabı yapmadan anti-emperyalist bayrağı yükseğe taşımaktır!

Bu coğrafyanın sosyalistleri, tarihin mantığının sesini de, bu coğrafyadaki halkların nabzının sesini de ve elbette kendilerine ait akıllarının sesini de, sol memelerinin altındaki cevahirin ateşini de bütün benlikleri ve sorumlulukları ile duyuyorlar!

Duyuyorlar ve duydukları için ve bu seslere bigâne kalmadıkları için, kurtuluşun Kürt emekçileri ve Türk emekçilerinin birlikteliğinde olduğunu görüyorlar!

Kürt halkı bir devrimci sıçrayışla öne çıkabileceğini, vazgeçilmez tarihsel çıkarlarına sahip çıkabileceğini gösterdi; bunun için nasıl bir öncünün öne çıkması gerektiğini de bilince çıkardı; bu nedenle bu öne çıkışın da, ihtiyacı olan öncünün de kıymetini biliyor; bunları bilirken, içinde olduğu savaşta, Türk emekçilerinin dahli olmadığını da biliyor!

Türk emekçileri ile savaşa rağmen kardeşliği yüksek tutması bundandır; Türk emekçileri de Kürt halkı ile savaşa rağmen kardeşlikten vazgeçmemiştir!

Kürt halkı, Türk emekçileri, kaderlerinin ortak, kurtuluşlarının kardeşlikte olduğunun bilincindedirler!

İşte Amerikan emperyalizminin büyük oyunu bundandır ve tam buradadır; bu bilinci yıkmaya, bu kardeşliği, bu birlikteliği bozmaya ve Kürt halkını da, Türk emekçilerini de ve elbette bu coğrafyanın bütün emekçi halklarını da köleleştirmeye yöneliktir; ücretli değil, kırbaçlı kölelikten söz ediyorum!

İşte bunun için, ABD emperyalizmi, kırk yıldır hayalini kurduğu ve sinsi planlar yaptığı “Büyük Kürdistan” projesi için, bu proje ile bu büyük coğrafyayı kırbaçlı köleler hapishanesi yapmak için, onlarca yıldır bir yumak halinde büyüttüğü “Kürt meselesini” kendi meselesi yapmıştır; böylece, bu soruna sahip çıkıyor görünerek, Kürt halkının da, Türk emekçilerin de ve elbette diğer halkların da ilelebet sahibi olmayı ve bunu, hegemonya İsrail’de ya da kendisinde olmak üzere Kürtlere Öcalan’ın tarifiyle “demokratik özerk komün misli bir “manda “ vererek kotarmayı planlamaktadır!

Bu oyunun adı “Büyük Ortadoğu” olmakla birlikte, diyalektiktir, bir yerde büyüme varsa başka bir yerde küçülme vardır, aslında bu oyun, Ortadoğu’yu küçültme oyunudur; bu oyun, Ortadoğu’da bir “manda” misli “Büyük Kürdistan” yanında ve bir “buzağı” misli küçültülmüş, güçsüzleştirilmiş, bağımlılığı artırılmış ve pekiştirilmiş aşiret devletleri ve elbette kırbaçlı köleliğe mahkûm edilmiş halkları, tepelerinde de canavarlığı bin kat artmış bir ABD emperyalizmini işaret etmektedir!

İşte HDP nezdinde oynanan oyun da bu oyunun içindeki bir oyundur!
Bu oyuna Öcalan’ın da ve “KÖH” ün büyük bir bölümünün de dâhil olduğu, hem de epeydir, apaçık ortadadır; ne ki, ne Kürt halkı, ne de Türkiye’nin emekçileri ve bölgenin diğer halkları bu oyuna istenildiği oranda dâhil edilememektedir!

Bununla birlikte öteden beri ki, ben diyeyim 12 Eylül öncesinden beri, siz deyin 12 Eylülden beri, devlet kapısına kapılanmış, 12 Eylül rejiminin sacayakları olmuş, sol gömlekli azap zebanileri bu oyunda en aktif ve en sinsi rolü üstlenmişler, oynamışlar ve hâlâ oynamaktadırlar!

Oyunun startı çok öncedir ancak 12 Eylül ile derlenip toparlanarak hız verilmiş ve sürekli ve de “sol” renge bulanmış “reformlar” la ve elbette elbirliğiyle iktidara oturtulan AKP ve bilumum sacayakları ile bu günlere getirilmiş ve oyunun sonunun geldiği de görülmektedir!
Oyun elbette ezilen ve sömürülen halklara, sınıflara oynanmakta ve bu arada ezilen ve sömürülen sınıfların, halkların bu oyuna daha kolay dâhil olmaları için, türlü-çeşit yöntemle akılları geriletilmekte, edilgenleştirilmekte, sınıf bilinçleri köreltilip, ümmi bilinci ile donatılmaktadırlar!

Elbette egemen sınıfların, büyük büyük zenginlerin bu oyuna bir itirazları olmamakla birlikte, onlarla çıkar birliği içinde olan, bundan kazanç uman, zenginlik uman diğer sömürücü sınıfların da bu oyundan kazançlı çıkacaklarına ikna olmaları için de bu emperyalist oyunun içinde oyunlar vardır!

Ancak gelelim-görelim ki, belirleyici olan, Marx’ı hep haklı çıkararak, emek süreci olmaya devam etmektedir; itici gücün ulusal kavga değil, sınıfsal kavga olduğu görülmektedir; emek sürecinin, kaçınılmaz olarak keskinleştirip, illuzyona hapsedilen kitleleri çimdiklettirdiği çelişkiler, oyunu bozma konusunda pek bir maharetlidir ve emek sürecinin hep işçi ve emekçilere fatura edilen can acıtıcı oyunu, bu kez fena halde şiddetli bir şekilde ve ABD emperyalizmini ve de büyük büyük zenginleri fena halde, korkutarak, ürküterek gelmekte ve evdeki hesapları pazarda bozacağının işaretlerini vermekte, egemen sınıfların canlarını yakacağını müjdelemektedir!

Söz uygunsa” lafla peynir ekmek gemisinin yürümeyeceği” gerçeğini dosta da düşmana da ve apaçık göstermektedir!

İşte sosyalistler bunu görüyor, duyuyor ve onca zaman gösteremedikleri, ortaya dökemedikleri turnusolleri, çelişkileri ki nesnel nedenleri fazla ve belirleyicidir, bu emek sürecinin misliyle açığa çıkaracağını da anlıyorlar ve emek sürecinin babayiğitliğine teslim olmadan, kendiliğindenliğin önünde diz çökmeden, bu oyunu en başından beri deşifre ederek tarihe not düşmekten vazgeçmiyorlar!

İşte bu nedenle, işçilerin, emekçilerin, halkların müzmin düşmanları, en başta ABD emperyalizmi, en canavar emeller içeren, en karanlık niyetler taşıyan ve en geri, en ilkel araçlarla yürütülen bu büyük oyunu “sol” renkte sahnelemeye özel ve titiz bir önem vermektedirler!

Ve işte bu oyundaki en sinsi ve en sahte ve en “sol” renk ve bir emperyalist proje olarak HDP üzerine yapıştırılmıştır!

Öcalan Kürt halkının vazgeçilmez tarihsel çıkarlarını onlardan ne kadar uzaklaştırırsa ve Kürt halkını karanlığa ne kadar yakınlaştırırsa, HDP’nin üzerine yapıştırılan “sol” renk, o denli sinsileştirilerek, sahteleştirilerek, koyulaştırılmaya çalışılmaktadır!

Ve siz zannediyor musunuz ki, bu toprakların gerçek sosyalistleri, bu oyuna biat etmeyen sosyalistleri, bu oyunu, sırf Kürt oldukları için Kürt ağaları, aşiret reisleri ve Türkiye’nin tekelleriyle içli-dışlı olan burjuvaları mutlu olsunlar diye ve Kürt halkının, Türk emekçilerinin köleleştirilmesini görmezden gelerek bu büyük ve hain oyuna bigâne kalacaklar ve bu oyunun tekerine çomak sokmayacaklar!

Eğer öyle ise, son derece dayanıksız ve ilkel bir hüsnü kuruntuya sahipsiniz demektir!

Dediğim gibi, eğer onca uyarılara ve ortaya konulan gerçeklere karşın, karanlığın şövalyesi olmaya ve hüsnü kuruntularınıza aşkla bağlı kalmaya devam etmekten vazgeçmiyorsanız, sizin için, sosyalistlerin ellerinden bu hüsnü kuruntularınızın altında kalmanızda kolaylıklar dilemekten başka bir şey gelmemektedir!

Fikret Uzun

24-Nisan-2015

Duydum ki

Duydum ki, O.Müftüoğlu, K.Okuyan, A.Güler ve M. Çulhaoğlu’ nun Eleştirileri HDP’ ye Oy İsteyenleri üzmüşler Öyleyse İleriorg Yazarı Deniz Hakan’ın Eleştirel Analizini Verelim

Son HDP grup toplantısında yaptığı “kısa ve duygu yüklü ve sakin konuşmasında” sözlerine “…Biz bir pazarlık hareketi, pazarlık partisi değiliz. AKP ile aramızda kirli bir pazarlık olmadı, asla olmayacak. Kirli bir alışveriş, kirli bir işbirliği asla olmadı ve asla olmayacak…” diye başlayan HDP’nin Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, sözlerini, ”Sayın Recep Tayyip Erdoğan, HDP var oldukça, HDP’ liler bu topraklarda nefes aldığı müddetçe sen başkan olamayacaksın. Sayın Recep Tayyip Erdoğan, seni başkan yaptırmayacağız. Seni başkan yaptırmayacağız. Seni başkan yaptırmayacağız” diye bitirmiş!

Bu sözleri öne çıkartan HDP’ye oy isteyenler, “Burada sergilenen iradeye bakın, ‘Başkan olmana karşı direneceğiz’ demiyor ‘Seni başkan yaptırmayacağız’ diyor. Hem de arka arkaya üç kez… Bu adamın ne kendi hareketi içinde ne de ülke siyaseti içinde yalnız, tek başına bırakılmaması lazım. Devrimcilik bunu gerektiriyor” diye feryat ediyorlar!

Doğru, gerçekten de, HDP’ye oydan başka bir şey istemeyenlerin dediği gibi, HDP aylardır yoğun bir şekilde “Ezilenlerin partisi ve Türkiye’nin partisi” olduğunu, ”barajı aşarak RTE’yi başkan yaptırmayacaklarını” söylemekten bıkmıyor, usanmıyor; başkan yaptırmamakta kararlı olduğu da belli oluyor; ama kimse asıl soruyu, yani, “peki başka birisi başkan olabilir mi, ya da başkanlık sistemi gelebilir mi?” sorusunu sormuyor!

Ve ne kötü-fena ve üstelik kuyruklu yalan ki, bu HDP’ye yana yakıla oy isteyenler, “seçimde HDP’ye oy verilmemesini, yani AKP’ye oy verilmesini isteyenler olduğunu ve bunların, HDP’nin niteliği konusunda ve söyleyecek doğruları olmadığı için yalan söylemekten bıkmadıklarını usanmadıklarını” gene yana yakıla anlatıp duruyorlar ve HDP çok şey istemiyor ki, istedikleri kabul edilmez bir şey değil ki, yalnızca ve yalnızca oy istiyorlar” diyerek ağlamaklı bir şekilde vicdanlara sesleniyorlar!

Eğer bu işte belirleyici olan vicdan ise, sanırım, vicdansızlığın daniskasını, Türkiye’nin Kürt, Türk bütün işçi ve emekçilerinin, dinci-gerici, osmanik-islamik bir diktatörlük altında yoksulluk ve yoksunluk yanında, örgütsüzlüğe ve geleceksizliğe ve elbette zifiri bir karanlığa mahkûm edilmesi pahasına, Kürt halkının vazgeçilmez tarihsel çıkarlarından vazgeçmek pahasına, Kürt ağa ve beylerinin, Türkiye’nin tekelleri ile ve uluslar arası tekellerle bin bir bağ içindeki Kürt zenginlerinin egemenliği uğruna, 12 Eylül faşist rejiminin ve elbette ABD-AB emperyalizminin politikaları ile senkronize olan Öcalan’ın ipiyle kuyuya inmekte beis görmeyen Kürtler yapmış ve yapmaya devam etmektedirler!

Bu yüzden biz de, tam üstüne gelen, bir Deniz Hakan yazısı ile daha konuya dâhil olup gerçeklere, yalnızca gerçeklere sahip çıkılmasını istedik; çünkü gerçekler, de bu gerçeklere sahip çıkılmasına dair isteğimiz de, HDP’nin yana yakıla istediği oylardan ve Demirtaş’ın duygu yüklü, sakin konuşmalarında verdiği sözlerden ki deneyimle sabittir, çok daha fazla hakikat payı taşıyor ve çok daha kutsal ve yücedirler!

Deniz Hakan mı? Aileden solcudur; annesi ile babası, babası hapisteyken evlenmişler. Dedesi Süleyman Üstün’ü tanıyan çoktur; bizim kuşağın unutmayacağı bir öğretmendir; müthiş bir öğretmen örgütçüsüydü, müthiş bir Türkiye İşçi Partili idi, sonra TKP ve Maden-İş’i seçti, yine müthişti, o meydan toplantılarındaki sanki devrimin ön günlerindeyiz duygusu ile yürekleri coşturan söylevleri unutulmazdı; 2007 yılında aramızdan ayrıldı; Süleyman Üstünü, o müthiş örgütçüyü anmayı, Deniz Hakan ile devam ettirmek çok hoş.

Süleyman Üstün,2007 yılında, dönülmeze göçmeden kısa bir süre önce, TKP’lilerin düzenlediği bir Mustafa Suphi’leri Anma Gecesi’nde yaptığı konuşmasına, ”Türkiye’de işçi sınıfının doğuşu ve örgütlenmeye başlaması 150 yıl kadar bir süreye dayanıyor. Türkiye’de 150 yıldan bu yana işçiler var, işçi sınıfı var. İşçi sınıfının ortaya çıkması, kapitalizmin gelişmesine bağlıdır…” diyerek başlıyordu ve konuşmasının başlıkları kısaca şöyleydi:

“Sendikacılık giderek üç temel üzerine kuruluyor.

Bir, örgütlenme seferberliği yapılacak; bir yandan örgütleneceğiz, bir yandan dayanışmaya gireceğiz; daha bilinçli, daha duyarlı, daha ne yapacağını bilen insanlar durumuna gelmek için eğitim yapacağız.

Seçiyorsun, seçtiğine destek vereceksin. Grev mi var, sonuna kadar içinde olacaksın. Birileriyle direnişe mi geçti, yönetimin tam arkasında olacaksın. Onu kavga içinde yalnız bırakmayacaksın.

İki, aşağıdan yukarıya destek, aşağıdan yukarıya kontrol, yukarıdan aşağıya sorumluluk.

Üç, birlik; işyeri düzeyinde; iş kolu düzeyinde birlik; ulusal düzeyde emeğin buluşması, birleştirilmesi; uluslararası buluşma; küresel sermayeye karşı küresel emeğin birleşmesi…

Demokrasi bir anlamda gücün gücü denetlemesidir, sınıfın sınıfı denetlemesidir. Bu güç, sermaye, bizi her şeyle denetliyor. Ücretiyle denetliyor, işyerinde denetliyor, eğitimiyle denetliyor, geç kaldın-erken gittin denetliyor. Devamlı surette denetliyor…

Türkiye’de ortalama bir işçinin sekiz saatlik işgününde her türlü masraf çıktıktan sonraki değer, yani artı değer dediğimiz şey yüz lira. Ham madde masrafı çıkmış, makinelerin yıpranma masrafı çıkmış, her türlü masrafı çıkmış. Bir işçi diyelim bunu yaptı, yüz liranın paylaşımı; yirmi lira işçinin, seksen lira patronun…
Bir işçi ve bir patron olsa, yirmi lira işçi, seksen lira patron. On işçi olsa, birinci işçi yirmi lira, ikinci yirmi lira, sekizinci, dokuzuncu hepsi yirmi lira. Öbürü on tane seksen lira!

Burada yüz işçi olsa yüz tane seksen, bin işçi olsa bin tane seksen! Öbürlerinin hepsi birden yirmi, yirmi, yirmi…

Ayrıca bir şey daha: Türk olsan da yirmi, Kürt olsan da yirmi, Laz olsan da yirmi. Ne olursan ol yirmi! Öyleyse niye birbirimizle dövüşeceğiz?

Hepimiz neyiz? İşçi…

Örgüt nedir? İnsanlık için ortak bir amaca yönelmiş insan topluluğuna örgüt denir.
Sendikalar, aynı sınıftan olan insanların belirledikleri hedeflere yürüdükleri örgütlerdir. Sendika sınıf örgütüdür! Altını çok çizmek lazım. Sendikanın niteliği, üyelerin bilgi-bilinç düzeyiyle doğrudan orantılıdır, ilgilidir. Onun için bütün sendikaların sınıf bilincini vermek sorumluluğu vardır…

Tek başına mutluluk utanılacak bir şeydir. Güzel arkadaşlarım, egemen, hükmeden değil, kimsenin tahakkümü altında olmadan yaşayandır egemen. Yani biz kimsenin egemenliği altında olmamak için direnmeliyiz. Ve egemen yurttaştır. Böyle bir sol, böyle bir aydın, böyle bir örgüt olmalıyız.

Biliyorsunuz çok insan öldürüldü! Bugün de andık, seksen altı yıl oldu Karadeniz’de öldürüleli bu Türk gençleri. Kimler gitmedi ki… Deniz Gezmişlerin annesi, babası öğretmen arkadaşımdı. Evimizin insanları yani. Kemal Türkler, hapishane arkadaşımdı. Kavga arkadaşımdı, gitti. Cavit Orhan Tütengil, bilim insanı, otobüs durağında öldürüldü. Kimler gitmedi ki, Uğur Mumcu da gitti, ve Deniz Gezmişleri astılar. Deniz Gezmişleri astıkları zaman, aynı günlerde, yani 1972’de İspanya’da da onlar gibi üç genci daha astılar…”

Süleyman Üstün o gün ve daha öncesinde, çok önemli dersler veriyordu ama öyle görünüyor ki, pek fazla kimse, üstelik bu pek yüksek tutulan öğretmeni yeterince dinlememiş, dinleyenler ise yeterince anlamamıştır; yoksa bulunduğumuz yer, bugün bulunduğumuz yerden çok ilerde olurdu!

En azından böyle geri bir yerde, daha da geriye sürüklendiğimiz bir eşikte eşeleniyor olmazdık!

Demek ki, bugün bulunduğumuz yer, bir anlamda bizim anlamamaktan, dinlememekten doğan mahkûmiyetimizdir!

Şimdi torunu, yani Deniz Hakan, tıpkı dedesi gibi, hiç de yabana atılmayacak ve tarihe not olan sözler ile hepimize ders vermekte ama hâlâ dinleyen ve anlayan pek yoktur; bu tartışma sayfasında tartışanlar için de son derece öğretici sözlerdir ve eminim, gene, ya sessizlikle ya da küfür ve yahut yafta bombardımanı ile püskürtülmeye çalışılacaktır!

Çok yazık ve nafile çabadır ve buna alıştık ama bu nafile çabalardaki inat hâlâ devam etmektedir; belli ki, bu inada, nafile çaba da olsa, gerçeklere karşı bu cenk halindeki halet-i ruhiyeye bir mahkûmiyet durumu söz konusudur!

Yani Deniz hakan’ı da pek dinleyen olmayacaktır; ama olsun, ben yine de ve şükranlarımla paylaşıyorum; en azından tarihe nottur!

TEKELLERİN MAHREMİ VE SARAYDAN ANAYASA KAÇIRMA-Deniz Hakan

Odatv davasında tutuklu yargılanan Barış Terkoğlu, tutukluluğu birinci yılına yaklaşırken mahkeme heyeti karşısında şu sözleri söylüyordu: “Bugün buradan çıksam adliyenin merdivenlerine oturup aynısını yazacağım. 100 yıl hapiste kalsam, çıktığım gün aynı fikirlerde ısrar edeceğim. Sağ kolum olmasa sol kolumla düşündüklerimi anlatacağım… Hapishane korkusuyla, polis sopasıyla, savcılık terbiyesiyle başka birisi olamam. Bedenimin hürriyetini, ruhumun esaretiyle değişemem. Bu yargılamaların beklentisi buysa ki bence böyle, ben bu beklentiyi geri çeviriyorum.” Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan, yeni kitapları Mahrem ile sözlerini tutmaya devam ediyorlar.

ABD kriptolarında AKP-Cemaat savaşının izini sürdükleri kitapta, 80 sonrası Kemalist generallerin ve yöneticilerin ülkeyi nasıl tarikatlara teslim ettiğini, Amerika’nın AKP’yi nasıl kendinden koruduğunu, tarikatlar ve Kürtler üzerine nasıl bilgi topladığını, gazetecilerin Amerikan istihbaratına nasıl gönüllü bilgi kaynağı olduğunu, iki eşli AKP’lileri, kendi üzerine kendi eliyle kuma alan ılımlı islam dönemi kadınlarını, makyajı her gün dökülen bir düzenin nasıl insanı insanlıktan çıkararak ayakta kalabildiğini ve koca bir ülkenin nasıl küçük bir azınlığın “mahrem”i haline getirilmeye çalışıldığını okuyoruz.

Kuvvetler ayrılığı engeli

Mahrem ismi, kitabın gizli belgelerde Türkiye’nin sırlarını işlemesinden geliyor; ancak yukarıda kullandığım anlama varmakta hiç de gecikmiyoruz. Gül-Erdoğan çatışmasını konu alan bölümde Erdoğan’ın 2012’de sarf ettiği şu sözler geçiyor: “Kuvvetler ayrılığı denilen olay var ya, o geliyor, sizin önünüze bir engel olarak dikiliyor. Diyor ki, senin de bir oynama sahan var”. Herhalde, Erdoğan Türkiye’yi kendi “mahremi” olarak görmek istiyor. İstediğini yapma hakkı olacak ve kimseye hesap vermeyecek; Amerika’sından sermayesine, CHP’ sinden MHP’sine pek çoklarının Erdoğan’a her seferinde istediğinden fazlasını vermesiyle şişirdiği bir tür kendini bilmez güven ile 21. yüzyılda bunu açık açık söylemekten de çekinmiyor. Bu hesapsız güvende, bu açıklamadan iki yıl önceki referandumda yürütmenin hesap vereceği merci olarak yargının çökertilmesine “yetmez ama evet” ya da “boykot” tavrı ile katkıda bulunanların da etkisi olduğunu not düşmek gerekiyor, tarihimizdir, unutmuyoruz, ancak geleceğe bakıyoruz.

Kuvvetler ayrılığı ilkesi bugün yürürlükte mi, ya da Erdoğan’ın koca ülkeyi kendi sınırsız oyun sahası ya da mahremi yapmak istediğini açıkladığı tarihte, hatta 12 Eylül anayasasına karşı çıkmak adına yargının bütünüyle AKP ve tarikatlara teslim edilmesinin oylandığı 2010 referandumunda yürürlükte miydi?

Kuvvetler ayrılığı ilkesinin kaldırılması, başkanlık sistemine geçiş sürecinde bir adım ve tekelli düzene en uygun bir yönetim biçimi oluyor; yeni olmadığını söylemek durumundayız; ilk adımlar 80’de de atılmış bulunuyor.

Uyuklayan noter

Parlamento, temelinde, halk adına söz söyleme yeridir; ancak, 80 darbesiyle birlikte, alınan kararların ve geçirilmek istenen yasaların tartışılmasına zaman ve fırsat tanıyan çift meclisin de kaldırılmasıyla, bugün bütünüyle, halkın ilgisinden ve bilgisinden yasa kaçırmaya yaramaktadır. Yasama organının etkisini ise, kamu gelirlerinin kullanılmasında ve yasa yapmada söz sahibi olmakla ölçüyoruz; öyleyse, artık yoktur, diyebiliyoruz. 80’den dahi önce devreye giren kanun hükmünde kararname sistemi ile parlamenter sistem, en iyi ihtimalle, bir yüksek denetleme kurulu haline gelmiş bulunuyor. Bu sistemde parlamento, yürütmenin çerçevesini çizmiyor; ancak ve ancak, yürütmenin yürürlüğe koyduğu ve yasa sayılan düzenlemeleri onama işlevi görüyor.

Bir tür noterlik diyebiliriz ve şimdi artık karikatür halindedir; torba yasalar kız kaçırırcasına gece yarıları kaçırıldığından, o saatte mecliste bulunma inceliği gösteren vekillerden yorgunluklarına teslim olanlar için “uyuma”, bu göstermelik oyun için uyanık kalabilenler içinse “el kaldırıp indirme yeri” diyebiliyoruz.

Ancak bu da yetmiyor ve Erdoğan, adıyla sanıyla “bir imam hatip mezununun her söylediğini yapan bir meclis”,bir “harem” istediğini söylüyor; dünyanın başka yerlerindeki başkanlık sistemlerinden de farklı olarak Erdoğan’ın başkanlık sistemi tartışması budur ve ancak bu kez en azından Amerika ile sermaye, en azından Erdoğan’a, bir isteyince iki vermeye hazır görünmüyor, çünkü Erdoğan’a güvenmiyor.

Yalnızlaşan Erdoğan

Amerika’nın değişen Ortadoğu politikasında hâlâ “Esad” diye sayıklayan, hızını alamayıp başka ülkelerin liderlerine dahi yönetim dersleri vermeye çalışan, Ortadoğu’da Sünni imparatorluğu, kendi ülkesinde “kindar” bir şeri düzen kurma hayalleri kuran, freni patlamış Erdoğan’a nasıl güvenecekler; güvenemiyorlar ve artık parlayan, parlatılan yıldız, barajı geçmesiyle Erdoğan’ın başkanlık hayallerini kursağında bırakabilecek HDP’ dir.

Güzel ve önemlidir, ancak HDP’nin değeri yalnızca buradan kaynaklanmıyor.

‘Eşme ruhu’

Amerika’nın yeni dönem Ortadoğu politikası ve bu çerçevede Kürtler’e biçtiği rol üzerine çok yazdık, burada tekrarlamayacağım; yeni olan Amerika’nın tüm toplantılarında ve yavaş yavaş önemli gazetelerinde, Ortadoğu bağlamında ulus-devlet tartışmasına dönmesi ve bu kez ulus-devleti sahiplenmesi oluyor.

Emperyalist dünya utanç duygusunu unutalı elbette çok oldu, ve Amerika’da en azından bir kanat, şimdi İran’ın ulus-devletlerin güvenliğini tehlikeye attığını söyleyebiliyor.

İki açıdan önemlidir: Bir, Amerika bunu söylerken IŞİD’e karşı savaşta Şii milislerin başarılarından ve İran’ın bölgedeki etkisinin artmasından korktuğunu göstermektedir ki bir yandan İran ile “détente” (yumuşama)çabaları sürdürürken diğer yanda Yemen savaşı budur; ve iki, Ortadoğu’da tutturmaya çalıştığı dengeler içinde henüz, özellikle Türkiye ya da Irak ayağında resmi bir Kürdistan’a yer yoktur ve Amerika için yeni Ortadoğu politikasında, de facto Kürt yapılanmaları Türkiye’nin korumasına verilmek istenmektedir; Türkiye egemenleri ile hem Türkiye ve hem de Irak Kürtleri’nin “dost” kılınması, bir başka deyişle “barış içinde bir arada yaşaması” bu açıdan önemlidir.

Kısaca ve Öcalan’ın adlandırması ile “Eşme ruhu” diyebiliyoruz; tabii, kuşkusuz hem kolay değildir, hem de ancak Kürtler’in bir süre her türlü toprak talebinden vazgeçerek bir “Türkiye partisi” olması ile, hem de Türkiye’nin bölgedeki gücünün azalması pahasına gerçekleşebilecek bir projedir.

De-islamizasyon

Daha önceki yazılarımızda Amerika’nın yeni Ortadoğu politikasının Türkiye için de-islamizasyon ve de-Türkifikasyon anlamına geleceğini yazıyorduk.

İşte bu yeni “dostlukta” ya da Pax Americana’da, bu haliyle Erdoğan islamına yer olmadığını hem Amerikan yayınlarından, hem de Demirtaş’ın yüksek perdeli çıkışlarından anlayabiliyoruz; Erdoğan da karşılığında sertleştikçe sertleşiyor. Demek, bir savaş var. Ancak bu sertleşme ya da savaş arasında çok önemli bir ayak gözden kaçıyor ve bu, yeni anayasa tartışmasıdır.

De-türkifikasyon

Başkanlık sistemini tartışanlar, bir rejim değişikliği tartıştıklarının farkındalar; ancak “yeni anayasa” tartışmaları yalnızca başkanlık sistemi tartışmalarına endekslenmiş görünüyor ve içinde başkanlık sistemi olmasa da “yeni anayasa”nın bir rejim değişikliği anlamına geldiği gözlerden kaç(ırıl)ıyor.

De-islamizasyon, Tayyip’in karşısındaki pek gerçek tehlikedir ve de-türkifikasyonu Davutoğlu’ nun hafta içinde sunduğu anayasa önerisinde buluyoruz.

Demirtaş’tan henüz bir yanıt gelmemiş olsa da, önerinin başkanlık kısmına hayır ve Türk sözünün anayasa’dan çıkarılmasına evet dediğini tahmin edebiliyoruz.

Amerika ile sermaye de başkanlıkta Erdoğan’a destek vermiyorlar; ancak anayasanın ilk dört maddesinde değişiklik yıllardır peşinde koştukları gelişmedir ve başkanlık sistemi tartışması içinde sessiz sedasız kapıya dayanmış olmasına pek sevindiklerini düşünmek durumundayız.

Barış Terkoğlu ile Barış Pehlivan’ın Mahrem kitabında, Amerika’nın “çok kültürlü, âdemi merkeziyetçi model” arayışı içinde olduğunu okuyoruz, Amerika’dır, Balkanlar’dan Irak’a hep bu yolla kendi “mahremlerini” aradığını biliyoruz; bizlerin önünde ise iki soru duruyor:

1-Sınıflı toplumlarda her barışın aynı zamanda bir savaş olduğunu bilerek Kürt siyasi hareketi kiminle barış ve kiminle savaş içinde yaşayacak?

2-Amerika ile sermayenin anayasa ile, değiştirilemez dört madde ile derdi nedir?

Birincisinde, sosyalistler olarak “ilericilikte buluşma” çağrımız vardır, ancak cevap, eninde sonunda Kürt siyasi hareketinden gelecektir ve ikincisine ise sosyalistlerin hızla teorik ve pratik yanıt üretmesi gerekmektedir.

Deniz Hakan – Tekellerin mahremi ve saraydan anayasa kaçırma – ilerihaber.org

Fikret Uzun

18-Nisan-2015

DEMOKRATİK ŞURUPLU BİR SINIF BARIŞI

DEMOKRATİK ŞURUPLU BİR SINIF BARIŞI

BORGA kardeşim,

Yeterince konuştuğumu düşünerek, yeniden tartışmaya dâhil olmamak için uzak durdum ancak hem çok uzattınız ve hem de asıl konunun ve haliyle açığa çıkan turnusollerin üzerini örtmek için tartışmaya müdahil olduğun çok belli oldu!

Üstelik dediklerime karşı, dediklerimi çürütecek en azından birkaç cümle kurarsın diye beklerken, vara vara vardığın yerde de Kürtlerin (bundan Kürt halkını ayırdığımı biliyorsun) gelip gelip bir karanlığın içine girmiş olmasının gerçekliğini ortadan kaldıramıyorsun!
Yani bu gerçekliğin yalan olduğuna dair herhangi bir açıklaman yok ve başka telden çalmaya devam ediyorsun!

Demek ki bu gerçekliği ortadan kaldıramayacağının farkındasın ve işte bu yüzden de bu gerçekliğe dair asıl meselelere işaret eden ifadelerimi, bu gerçekliğe cenk açan maddeden özerk, akıl ile bile DNA uyuşmazlığı yaşayan yarım-doğrularla bezenmiş öğretilmiş düşünceleri boca ederek boğma yolunu seçmişsin ve sanki bir çizgi değişikliğine girmişsin de gerçeklere sahip çıkmaya niyetlenmişsin gibi kurduğun içi boş cümlelerle seçtiğin bu yolu da örtmeye çalışmayı da ihmal etmemişsin!

Zaten hep böyle olmadı mı? Hangi tartışmamızın sonunda dediklerimdeki “hakikat payını” sıfıra indirebildin ki, bunu indirebilesin?

Ama gene de, nafile çaba olduğunu bile bile, gerçekler senin de ve uzun zamandır burnunu gıdıklayacak mesafede burnunun ucunda olduğu halde, gerçeklere sahip çıkacağına, üzerini örtmeye çalışman, buna mahkûm olduğunu bir kez daha göstermektedir!

BORGA kardeşim, fetiş ilkelin ideolojisidir; ama gerçek gerçektir ve gerçekliğe ne denli inatla sahip çıkar ve onu ne denli kararlılıkla savunursan savun, bu yine de fetiş olmaz!

Ama Öcalan’ı ya da “KÖH” ü veya hatta PKK’yi içinde olman nedeniyle, tarafı olman nedeniyle, gerçeklere, canlı yaşamın taşıdığı hakikat payına rağmen ısrarla ve inatla ve üstüne üstlük bile isteye bu savununu kabul edilir kılma için gerçeğe, gerçekliğe, gerçekliğin taşıdığı hakikat payına cenk açarsan, bu ilkelin ideolojisini savunmaktır; yani fetiş takılmaktır!

Bununla bir yere varamazsın!

Öcalan’ın ağzından bir kere çıktı diye, Öcalan önderiniz olduğu için, dediklerine sual sorulmaz yaklaşımı ile ”Demokratik” komün’ün toplumsal yaşamının, daha eski ,hatta sönmüş örneklerin yinelenmesi, yani tarihte kalmış ortaçağ komünlerine uydurulması olduğunun farkında olarak, aksini kanıtlamaya bile çalışmaya zahmet etmeyip, bu gerçekliği bertaraf etmek için, başka telden çalmak hiçbir özgürlük savaşçısına yakışmaz ve böyle özgürlüğe de, kurtuluşa da köprü kurulamaz!

Bu yaklaşım, “at izi” ile” it izi” nin birbirine karıştığı dönemlerde düşmanın dayattığı düşüncelere mahkûm olmanın ifadesidir!

Maddeden, bilimden, bilimsellikten, sınıfsallıktan uzak düşüncelerle, kısaca bunların müzmin düşmanlarına ait düşüncelerle gerçekleri ilelebet bertaraf edemezsin; edemediğiniz, bu konuda acz içinde olduğunuz bütün çıplaklığı ile görülmektedir!

BORGA birader, yaptığın bir anlamda mezenformasyon ameliyesi olmaktadır ve bunun senin de farkında olduğun artık çok açık; onca zamandır bundan vazgeçmemen buna bir şekilde mahkûm olduğunu gösteriyor; bu, sır Öcalan ve “köh” muhibbi olduğun için bile olsa, söz konusu, gerçeklerin bile isteye üzerini örtmeye çalışmak ise, affedilir yanı yoktur; bunu Kürt halkı affedebilir ama unutmaz; tarih ise hem unutmaz hem de hiç affetmez!

Mezenformasyon, dezenformasyon ile belki kandaş kardeştir ama aynısı değildir; yani mesele tam açıklığa kavuşmaya başlamışken, “it izlerini” örten “at izleri” deşifre edilmişken, bir BORGA’ca mezenformasyon denemesi ile sahneye çıkıp, “it izlerinin” üzerindeki “at izlerini “gerisin geriye yerlerine koymak dâhiyane bir hamle olmuştur, bu doğru; bu nedenle kendinle övünebilirsin ama başarı gerçekliğin değil, gerçekliğe düşman olan düşüncelerin hanesine düşmüştür!

Ama bizim de dikkat çektiğimiz odur ki, henüz dünyada ekonomi ihtiyacı sürerken, bu ihtiyaca ihtiyaç duymayacak bir toplumsal-tarihsel zaman ütopya üstü ütopyadır!

Sanki biraz Proudhon’u tekrarlıyor gibisin!

Proudhon’un “mülkiyetin ekonomi-dışı kökeni” olarak ifade ettiği, bireyin, emeğin nesnel koşullarıyla ve her şeyden önce de emeğin doğal nesnel koşullarıyla olan burjuva öncesi ilişkiye duyduğun fetiş düzeyindeki tutkunu açığa vurur gibisin!

Ama açıktır ki bu, tamı tamına tarihin gerisine dönme özlemidir ve ABD-AB emperyalizminin aynı yöndeki dönüşü ile senkronizedir!
İşte buradan hareketle “demokratik” şuruplu “komün”ünüzün, tam da senin betimlediğin gibi, yani “bisküvi” üretimine lanet okumanın,”kete” üretimine tutku ile bağlı olmanın ifadesi olan bir ilkel aşiret komünü olduğunu vurguluyorum; bunun, her tarafa saçılmış olan “it izleri” nin üzerini örten “at izi” misli olduğunu vurguluyorum!

Ekonomi-politik burjuvazinin iktidara yürüyüşünün bilimi olduğu kadar, değer yasası da burjuvazinin yönetim ilkesidir!

Ve burjuvazinin iktidar bilimi olan ve bu yüzden iktidara yürürken devrimci, iktidarı aldıktan sonra tutucu bir bilim olan siyasal iktisat, kapitalizmin küçük ve artizanal işletmelerden geliştiğini göstermektedir; yani bu, burjuva düzenin başlatıcısı küçük burjuvazidir anlamındadır ki bu da, burjuvazinin iktidar bilimi olan siyasal iktisatın önemli bir bulgusudur!

İşçi sınıfının iktidara gelmesi ise burjuva iktidarına son vererek gerçekleşiyor; işçi sınıfı iktidarının ilk döneminde, kırda ve kentte küçük burjuvazinin varlığı sürüyor; ancak küçük burjuvazinin, özellikle tarım kesiminde küçük işletmelerin varlığı, sosyalist düzende kapitalist restorasyonun fideliği oluyor; bu da sosyalizm biliminin önemli bulgusudur!

Ve Marx da Engels de, sosyalizmde değer yasasının işleyeceğini önceden görüyor ve kabul ediyorlar ve ilk sosyalist iktidarda değer yasası varlığını çok acı biçimde gösteriyor; ancak, Marx ve Engels, sosyalizmde değer yasasının etkinliğinin giderek artacağını, artması gerektiğini kesinkes söylemiyorlar; aksine, söylediklerinden anladığımız kadarıyla, komünizme geçiş öncesi, işçi sınıfının iktidarında, burjuvazinin yönetim ilkesi olan değer yasasının etkinliğini artırmak komünizme geçişin kapılarını kapamak demek oluyor!

Ama siz, ısrarla ve inatla bunlara gözlerinizi ve aklınızı kapayıp, bilimdışı, fetiş, maddeden özerk takılarak sonuçlar çıkartıyorsunuz; daha açığı, bilim düşmanlığında sınır tanımayanların düşüncelerinin hegemonyasına mahkûm olarak böyle takıldığınız için, siyasal iktisata da sosyalizme de bu çerçevede yaklaşıyorsunuz!

Böyle olunca da, örnek olsun 1930’lu yıllara kadar, burjuvazinin yönetim ilkesi olan değer yasası işletilirken, burjuvazinin bilimi olan siyasal iktisat kullanılırken, bu tarihten sonra, siyasal iktisatın tasfiye edilmesindeki kıymet-i harbiyeyi kavrayamıyorsunuz!

Ancak, bir paradoks mu demeliyiz bilemiyorum, anti-sovyetizmde hala direnen sizler, bu tasfiye edilen, burjuvazinin bilimi olan siyasal iktisatın en önemli savunucularından biri olan ve Narodniklerin denetimindeki tarım komiserliğinin başında olan ve kendisi de tasfiye olan Kontradiev’ in adına yazılı olan “kaos aralığı” muhabbetleri ile “demokratik” komünün ekonomi politiğine devrimci ve sosyalizmi aşan bir renk vermeye çalışabiliyorsunuz!

Stalin, bu konuda “Ekonomik Sorunlar” başlıklı çalışmasında, başka şeyler yanında, şunları yazıyor:

“ Marx, işçi sınıfının sömürülmesinin kaynağını, artı-değeri saptamak için ve üretim araçlarından yoksun olan işçi sınıfına kapitalizmi tahlil etmiştir. Marx’ın burada tamamen kapitalist ilişkilere uygun gelen kavramlar kullandığı anlaşılır. Ancak, işçi sınıfının, iktidardan ve üretim araçlarından yoksun olması şöyle dursun, iktidarı elinde bulundurduğu ve üretim araçlarına sahip olduğu günümüzde, bu kavramları kullanmak gariplikten fazla olur.”

Bu kadar değil, Stalin şöyle devam ediyor:

” Bence iktisatçılarımız, eski kavramların yerlerine, yeni duruma uygun, yeni kavramlar koyarak, eski kavramlarla sosyalist ülkemizin yeni durumu arasındaki uyumsuzluğa son vermelidirler. Bu uyumsuzluğa bir süre göz yumabildik. Ancak bu yanlışa artık son verilmesi gereken saat gelmiştir.”

Her şey açık; işçi sınıfının iktidarının başında burjuvazinin bilimi olan siyasal iktisat ve yönetim ilkesi olan değer yasası bir süre işletilmek zorunda kalıyor; işletilirken buna hevesli siyasal-iktisatçılar işin başına getiriliyor ve bundan vazgeçilme zamanı geldiğinde, hem siyasal-iktisat ve hem de uygulayıcıları tasfiye ediliyor; tasfiye sulh yoluyla olmuyor, çatışmalı, direnişli ve zor kullanarak oluyor; bu bir sınıf savaşının ifadesi değil de nedir?

Tasfiyeye uğrayan iktisatçılar, meta dolaşımı rejiminde bile sosyalizmden komünizme geçilebileceğini, meta dolaşımının bu durumda bir engel teşkil etmeyeceğini savunuyorlar; Stalin, bunun “Marxizmi eksik olarak kavramaktan doğan büyük bir yanılgı” olduğunu söylüyor!

Değer ve değer yasası, ,meta üretiminin varlığına bağlı bulunan tarihsel bir kategoridir; meta üretiminin yok olması ile değer ve değer yasası da bütün biçimiyle yok olacaktır.

Öyleyse, çok açık, meta üretimi varken, değer yasasının biçimini değiştirmek ya da yok etmek mümkün değildir!

Demek ki, sosyalizm kurulurken, meta üretimi ve dolayısıyla dolaşımının etkisi daraltılmalıdır; öyleyse değer yasasının alanı da giderek alansız gelecek şekilde daraltılacaktır; ama bunun için, bu yeni pratiğe uygun geliştirmeler yapmak gerekiyor; demek ki artık, burjuvazinin iktidar bilimi ve yönetim ilkesi ile yürümek mümkün değil; öyleyse, Marx’ın kavramlarına yenilerini eklemek gerekiyor!
Stalin’in anlattığı budur ve tasfiye edilmelerinin vakti-saati gelmiş olan iktisatçılar buna direniyor; siyasal iktisatta ve değer yasasında kalmak istiyorlar!

İşte siz hem bunu anlamıyorsunuz ve hem de tasfiye olması gerekene sosyalizmden çok daha yüksek bir misyon yükleyerek, Marxizm yanında, sosyalizmi aştığınız kuruntusuna kapılıyorsunuz!

Anlamak, yasal zorunlulukları anlamaktır ve siz bunu da anlamıyorsunuz!

BORGA kardeşim, sosyalizm burjuvazinin iktidar bilimi olan siyasal iktisatın karşıtı bir bilimdir; en azından Marx öyle düşünmüş ve temellerini atmıştır!

Öyleyse, yani sosyalizm bir bilim ise, bunun bir teorisi ve bir de pratiği vardır; işte Marx, henüz bunun bir pratiği yokken, en azından yeterli değilken teorisini ortaya koymuştur ve pratiğini ise eksiği ve yanlışı ile yetmiş yıl yaşayan reel sosyalizm denemesi ortaya koymuştur!

Marx, teorisinin temellerinin bir bölümünü ütopyacı sosyalistlerden, bir bölümünü de doğrudan doğruya burjuvazinin bilimi olan siyasal- iktisattan devşirmiştir; yani Marx, çok açık olarak sosyalizmi, burjuvazinin bilimi olan siyasal-iktisatın anti-tezi olarak ve bir bilim olarak ortaya koymuştur!

Amma ve lakin buradan doğan boşluğu kapitalizm öncesi üretim biçimlerine dönerek doldurmaya çalışmak da tarihsel ve toplumsal gelişmenin maddeye dayanan yasalarına toslamak demektir; bunu, akıl ile bağlı olmayan ama buna rağmen maddeden özerk “akıl” yoluyla, zihinsel kurgularla üretilen düşüncelerin sihrine güvenerek kotarmaya çalışmak traji-komiktir!

Üstelik sizin bu meftun kere meftun olduğunuz “demokratik komün”ünüz “ekonomisiz” değil, “ekonomi politik” siz hiç değildir; yani değer yasasının işlediği bir sosyo ekonomik yapıdır; dolayısıyla bir ilkel-despotik devleti içeren “demokratik” modernitedir; yani öyleyse,”demokratik” endüstriyalizmdir ki bu, Öcalan’ca ”demokratik” konfederalizmden başka bir şey değildir; ama bundan önce ”federalizm” var ve henüz ortada “demokratik” ya da değil, herhangi bir federalizm bile yokken,“konfederalizm” çığırmak, it izlerinin üzerine “demokratik” şurubu ile yıkanmış at izleri bırakmak ve böylece örtmek demektir!

Hele bir de emperyalizmin öyle ya da böyle egemen olduğu ve bu egemenliğini türlü çeşit manevra ile ve türlü çeşit it izi ve üzerine at izi bırakarak-bıraktırarak ölümsüz yapmak istediği bir zamanda, soyut bir “endüstriyalizm” türküsü ile ölümsüzleştiremeyeceğinin farkına varıp, “emperyalist endüstriyalizm” de karar kılman “it izleri” nin üzerini örtmede daha çok çaresiz kalmış olmanızdandır!

Yani “emperyalist endüstriyalizm” ile kısaca emperyalizm ile ve özel olarak da bu haramiliğin simgeleşmiş hali olan ABD emperyalizmi ile bir sorun yaşamayıp ve üstelik bu “emperyalist endüstriyalizm” in küresel ölçekte egemen olduğu koşullarda ki bu, yerel ölçeği de kapsar demektir,“emperyalist endüstriyalizm”i, kısaca ve genel olarak “emperyalizm”i,özel olarak da ABD emperyalizmini “dost” belleyip, “demokratik olmayan” yerel “endüstriyalizm” ile ve karşısına her hangi bir toplumsal güç koymadan, herhangi bir “zor” gücü koymadan, henüz bir güç olmayan, hatta henüz geç gelmiş dahi birey Öcalan’ nın akıl dinamiğinden pratiğe indirilememiş olan ama daha önemlisi, öyle bir hedefin de olmadığı görülen bir “demokratik modernite” hayali koyarak kavga ediyormuş gibi yapıp, yaşamın, gelişmenin, ilerlemenin, ekonomisizliğe varmanın lokomotifini; sınıfı-mınıfı, devleti-mevleti, demokrasiyi-memokrasiyi tarih sahnesinden silecek olan tarihsel-nesnel dinamiğin dinamosunu, yani sınıf mücadelesini, bu kavgaya eklemleyerek, ıskartaya çıkarmak, işte bu, senin vara vara en sonu vardığın “emperyalist endüstriyalizm”in ister istemez bıraktığı izlerin, üzerini örtmenin ifadesidir!

Ve işte bu yeterince örtülemiyor ki, BORGA’ca üfürüp, üfürüp ipe serdiğin pek çoğu yarım-doğu kıvamındaki bilgiler, ya da evsafı bozulmuş bilgiler içeren laflarınla devreye girip,“akıl öyle bozulmaz, böyle bozulur” demeye getiriyorsun ki aldığın beğenilere bakıldığında, bunda az başarılı olmadığın ama gene de yeterli gelmediğin görülmektedir!

Baksana, meseleyi, lanet olsun bisküvi üreten ellere, şükran olsun kete üreten ellere indirgeyerek devam ediyorsun!

Demek “kete” üreten ellere tutkuyla bağlısın ama “bisküvi” üreten elleri lanetliyorsun; peki “kete” nin ekonomi politiğini ne yapacaksın? Ya da şöyle söyleyelim, bisküvinin ekonomi politiğinin olmadığı bir tarihsel zaman olmuş mudur? Ya da hatta şöyle de sorabiliriz, ekonomi politiğin olduğu bir tarihsel zamanda “kete” üretimini bu ekonomi politikten özerk tutabilir miyiz?

Demek bisküvi üretimi yerine kete üretimini koyarsak meseleyi çözmüş olacağız ve Kürtleri o saat kurtarmış olacağız öyle mi?

Buna geleceğim ama önce şu “Bilgi, Teknoloji ve Özgür Emek buluşması” nın ne demek olduğuna, yani gelişmenin motoru olarak “komün”ün işleyişine koyduğun “motor”un ne anlama geldiğine en az söz ile değinmek istiyorum; tabii sizin “aştığınız” bizim ise “aşamadığımız”, ortodoksi takıldığımız “Marxist” fırça darbeleriyle!

Biz biliyoruz ki “özgür emek”, ücretli emeğin ve sermayenin ön koşullarından biridir; özgür emek ve bu özgür emeğin yeniden para üretmek ve onu değerlere çevirmek üzere, tatmin için kullanım-değeri olarak değil, para için kullanım- değeri olarak para tarafından tüketilmek üzere, para karşılığında değişilmesidir!

Ücretli emeğin diğer önkoşullarından biri de, özgür emeğin, onun gerçekleşmesini sağlayan nesnel koşullardan, iş araçları ve malzemelerinden, ayrılmasıdır!

Bu her şeyden önce, emekçinin, kendi doğal laboratuarı olan topraktan ayrılması demektir!

Bu, hem özgür küçük toprak mülkiyetinin, hem de Doğu komününe dayanan komünal toprak mülkiyetinin çözülmesi demektir!

Devamı var fakat “en az söz” dediğimiz için bu kadar yeter ve eminim bundan gerekli sonucu çıkaracaksındır; yani dediklerinin, yer yer sanki bir çizgi değişikliği içine girdiğini gösteriyor gibi görünse de, aslında ne denli üfürüp üfürüp ipe astığın, maddeye dayanmayan boş lakırdılar olduğunu kendin de fark edeceksindir demek istiyorum!

Öyleyse Bisküvinin ekonomi-politiği ile ketenin ekonomisizliğine dönebiliriz; internette dolaşan bilgilere göre, bisküvi sözcüğünün kökeni Latince ‘İki kez pişirilmiş ekmek’ anlamına gelen ‘Panis bis coctus’ tan geliyor. Eski gemiciler uzun seferlerde ekmekleri fırına verirlermiş ki dayansın, bozulmasın. Bir başka rivayete göre en eski bisküviler İsa’dan Sonra 7. yüzyılda Persler tarafından üretilmiş, oradan da Haçlı Seferleri ile Avrupa’ya taşınmış.

Larousse Gastronomique ise Bisküvinin ilk ortaya çıkış tarihi bilinmese de, Romalılar, Venedik orduları ve Türkler tarafından (peksimet olarak) yendiği bilinmektedir diye yazıyor.

Aynı kaynaktan Fransa’da ilk bisküvi üretiminin 14. Louis zamanında (1634-1715) başladığını öğreniyoruz. Daha sonra da’1894 yılında asker bisküvisi, nişasta, şeker, su, azotlu maddeler, kemik ve selüloz karışımından oluşan savaş ekmeğinin yerini almış.

Kete ise, Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz bölgesine has bir çeşit hamur işidir ve bu hamur işi de bisküvi gibi fabrikasyon üretilirse ki herhalde bu mümkün değildir, o da pek tutku ile bağlı kalınacak bir yiyecek olmayacaktır!

Ama burada kötülük ne bisküviyi üreten işçide ve ne de bisküvinin kendisindedir, asıl kötülük üretim biçimindedir!

“Üretim biçimi” derken, bisküvi üretiminin tekniğinden söz etmiyorum, bisküvi üretimine de damgasını vuran emperyalist-kapitalist sistemden söz ediyorum; sömürünün ve haliyle kârın temerküzünden söz ediyorum; sömürünün ve kârın küreselleşmesinden söz ediyorum; yani ulus-devlet sistemine sığmayan bir emperyalist-kapitalist sistemin gözü doymazlığından söz ediyorum!

Emperyalist-kapitalist sistem ile kanka olup, bu sistemin dayandığı ve dayattığı sömürüsü yoğun üretim biçimine dokunmadan, üstelik Kürt coğrafyasına pek yakın durmayan, hatta emperyalist-kapitalist sistemin bizzat kendisinin vazgeçtiği endüstriyalizme, moderniteye, ulus-devlete cenk açmak, bir yanıyla emperyalizmin hevesleri ile korelâsyon kurmak, diğer yanıyla ölmüş ata tekme vurmak mislidir!

Yani, emperyalizme iyilikler dünyasına açılan bir kapı gözüyle bakıp, haliyle emperyalizme karşı parmağının ucuyla bile bir tepkiden uzak durup, öyle olmasa bile, en azından bizzat emperyalizmin ürettiği çirkinliklere karşı mücadeleden güç hesabı tutmadığı için vazgeçmek, ama öte yandan endüstriyalizm, modernite, ulus-devlet yollu, ekoloji düşmanlığı yollu beddualar okumak mızıkçılığın, yerim dar demenin dik alasıdır!

Öyleyse asıl meseleyi bisküvi üretimi ile kete üretiminin karşılaştırılmasına indirgeyerek bu gerçekliğin üzerini örtemezsin!
Kimbilir belki de bisküvi üretimine duyduğun nefret, bisküvinin yükselişinin Türkiye’de Kemalist Cumhuriyet’in ilk yıllarında şeker fabrikalarının açılışı ve ardından moda olan ‘çay davetleri’ sayesinde olmasından yani Kemalist olmasaydı iyi olacaktı olan cumhuriyet düşmanlığındandır!

İnsana bu kadar da olmaz dedirtecek türdendir ama olur mu olur, çünkü maddeden uzaklaştıkça her türlü zihinsel kurgu mümkün olabiliyor; Kemalist ideolojinin ya da kısaca kemalizmin hiçbir yönetim kurumunda izinin bile kalmadığı bir zamanda ama Kemalizm’in yönetim ilkesi olmasından çoktan vazgeçen ve emperyalizmle son derece entegre olan tekellerin dimdik ayakta ve belki de altın yıllarını yaşadıkları bir zamanda onlarla bir sorun yaşamayıp, “endüstriyalizm”, “ulus-devlet”, “modernite” ve daha çok da “Kemalistler” yollu beddualar peşinde koşmak pek akıl işi olmasa gerek; daha açık ifadeyle akıl taşıyanlara ait olmayan, yabanıl olan öğretilmiş düşünceler olsa gerektir!

Oysa aslolan egemen sınıftır ve kemalizm de bu egemen sınıfın tarihsel olarak uyarına geldiği için egemen kıldığı ve sonunda uyarına gelmediği için vazgeçerek başka ve kendi tarihinin de gerisine sürüklenmeyi ifade eden bir ideolojiyi, Öcalan’ın ifadesi ile bin yıllık silahı, Türk-İslam sentezi mucitleri olan yüksek Kemalist kadroların ifadesiyle en ucuz disiplini, yani dini egemen kılmaya başlamışlardır ki bu, ABD-AB emperyalizminin ideolojik-politik yöneliminden ayrı değildir!

Demek ki egemen sınıfa tek söz etmeden, egemen sınıfın çoktan vazgeçtiği geçmişte egemen olmuş düşüncelerine cenk açıp, sıkı sıkıya sarıldığı yeni düşünceleri ile senkronize olmak, egemen olmayan sınıflar ve halklar için hayırhah bir sonuç getirmez; tam tersine, kendilerinin vazgeçilmez tarihsel çıkarları için değil ama bu çıkarlarına temelden karşıt ve düşman olan ABD emperyalizminin çıkarlarının gönüllü köleleri haline getirir ki bu da ABD emperyalizmi ve işbirlikçileri için “körün istediği bir göz allah verdi iki göz” mislidir!

İşte geç gelmiş dahi birey olarak lanse edilen ve doğal, hatta kutsal bir önder sıfatı ile parlatılmaya çalışılan Öcalan’ın, aslı dururken, kopyeleri üzerinden; yani genel olarak emperyalist-kapitalist sistem, özel olarak ABD-AB emperyalizmi bütün çıplaklığı ve marifetleri ile dururken, bu sistemin kaçınılmaz sonuçları ve çoktan evlatlıktan reddettiği çocukları olan endüstriyalizm, ulus-devlet ve modernite’ nin soyut kavramları üzerinden cenk ilan etmesi bu yüzden ABD-AB emperyalizminin ve işbirlikçilerinin övgülerine mazhar olmakta, bu toprakların gerçek devrimcilerinin ve sol memesinin altında bir cevahir ile birlikte akıl taşıyanların hışmına uğramaktadır!

Çünkü aslolan nesnel gerçektir ve nesnel gerçeklere karşı her türlü cenk hali, sosyalistlere ait olmayan, sosyalistlere ait düşüncelere düşman olan düşüncelere, nesnel gerçeğin hakikati bile olamayacak denli maddeden özerk kurgularla can suyu akıtmak demektir!

Diğer yandan bunlar, endüstriyalizm olarak, ulus –devlet olarak, kapitalist modernite olarak, kısaca modernite olarak emperyalizm’in ta kendisidir ve hepsi hepsi eninde sonunda bir sömürü düzenidir!

Ne var ki, ABD –AB emperyalizmine öteden beri bu üçlü dar gelmekte ve emperyalistler bu üçlüyü reddederek, kendi tarihlerinin gerisinde başka ve parçalı bir dünya kurmak için var güçleri ile çalışmaktadırlar!

İşte Öcalan’ın da tek düşman olarak tanıttığı ve cenk açtığı da bu üçlüdür ki açtığı cenkin de gerçekte bir cenk olmadığı apaçık ortadadır; biz bu nedenle ABD emperyalizminin politikaları ile senkronize oldular derken boşa konuşmuyoruz!

Bu cenkin pratikteki ifadesi, yine Öcalan’ca, bu üçlünün yerine koyduğu, “demokratik” modernite; “demokratik” ulus; “demokratik” endüstriyalizmdir; kısaca “demokratik “ kapitalizm, hatta “demokratik” emperyalizmdir!

Yani ABD-AB emperyalizmi, ezilen sömürülen halkların, sınıfların tepesine daha büyük ve şiddetli bir zor ile binmenin koşullarını yaratmak üzere bütün ihtişamı ile ayakları üzerine dikilirken, Öcalan için ve elbette “KÖH” ün bir bölümü için ABD-AB emperyalizminin bu yönelişinde bir düşmanlık değil,”dost” luk vardır ve bu “dost”luk sayesinde emperyalsit-kapitalizmin kendi çocukları olan endüstriyalizm, ulus-devlet ve kapitalist modernite üçlüsünden kurtulup, yerlerine “demokratik” olanları konulacaktır; böylece de hem emperyalist-kapitalist sistem “demokratize” olmuş olacak, başka ifadeyle ehilleşmiş olacak, hem de Kürtler ve bu vesile ile dünya, ezilen ve sömürülen halkları, sınıfları, ekolojisi vb. ile topyekün kurtulmuş olacaktır!

Bu ise, bu üçlünün, yani Batı modernitesinin; yani kapitalist modernitenin; yani kısaca modernitenin; yani Avrupa ve Amerikan emperyalizminin; yani küresel sömürü düzeninin, kendi sınırsız sınırları içinde “demokratize” edilerek, bekasına halel gelmeyecek biçimde, sömürü düzenine son vermeyecek şekilde; yani kârın oluşum biçimine dokunmadan ama paylaşım biçimi “demokratize” edilerek ömrüne sonsuza kadar ömür katmak demektir!

Yani bu Öcalan’ca tarifte, kapitalizmde hâlâ umut vardır ve elbette dünyaya gerekli olan ultra emperyalizm burnumuzun dibindedir ve bu, dünyayı kurtaracak olan demokratize olmuş bir AVRUPA ve AMERİKAN EMPERYALİZMİDİR; öyleyse Kürtlerin tek dostu ve müttefiki şimdiden demokrasi şampiyonu olan AVRUPA VE AMERİKAN EMPERYALİZMİDİR!

Oysa kapitalist modernite “demokratik” olunca da kapitalist modernitedir amma ve lakin bu kimsenin umurunda değildir ve Öcalan’ca tarifte iş biraz çetrefillidir ve zaten AVRUPA ve AMERİKAN EMPERYALİZMİ de bu çetrefil ile ilerlemektedir!

Yani, kapitalizmi, kendi sınırlarında, kendi tarihinden uzaklaştırarak ilerlemektedir; makarayı başa sarmaktadır; tarihinin gerisine dönüp, tarihi yeniden başlatmaktır ve ancak böyle emperyalist kapitalizme küresel ölçekte sonsuza kadar sürdürülebilir bir döngü kazandıracağını ummaktadır!

Ve işte, sürekli olarak, dönüp –dönüp kapitalizm öncesi ekonomi biçimlerine “ekonomisizliğe”, ki “demokratik” ön ekli aşiret komünü de buradadır, vurgu yapmanız hem bundandır, hem de ABD emperyalizminin dünyayı topyekün bir kırbaçlı ama kırbaca gerek duymayacağı kölelik düzenine mahkûm etmeyi hedeflediği ideolojik-politik yönelimi ile korelâsyon kurmak içindir!

Yani bu Öcalan’ca tarifteki alternatif, AVRUPA VE AMERİKAN EMPERYALİZMİNE karşı olmayı değil; yıkmayı hiç değil, aksine sürdürülemezlik sınırlarına dayanmış olan emperyalizmin, yani uluslar arası kapitalist modernitenin sürdürülebilirliğini garantilemek üzere, kapitalist modernitenin üç ayağı olarak kapitalizme, endüstriyalizme ve ulus-devlete karşı kendi sistemini geliştirmeyi; yani “demokratik kapitalizm”i, “demokratik modernite” yi,“demokratik emperyalizm”i geliştirmeyi anlatmaktadır ki emperyalizmin istediği bir göz Öcalan verdi iki göz mislidir!

Dedim ya hepsi geç gelmiş dahi bireyliğe soyunmuş ya da soyundurulmuş Öcalan’cadır ve AVRUPA VE AMERİKAN EMPERYALİZMİ için Şam’da kayısı mislidir!

Öyleyse, Öcalan’ca tarifleri şöyle de formüle edebiliriz ki üzerini örtmek için paralandığınız mektubumda formüle etmiştim;

Türkiye’ nin rejiminin, yani Kürtlerin ünlendirdiği TC ’nin, yani 12 Eylül rejiminin bir restorasyonlar zinciri olduğunu var sayarsak ki öyledir; şüphesiz, her devrimden önceki birikimin, reform hareketlerinin, ekonomik gelişme, aydınlanma çizgileri ve bunların devrimi hazırlayıcı rolünün, hiçbir zaman göz ardı edilmemesi gerektiğini unutmadan ve bu sınırlamalar içinde, devrim anının değiştirici etkisi üzerinde durmak gerektiğinde de birleşerek, restorasyonun, düzeni kurtarmak için ciddi bir budama ve yeniden düzenleme çabası olduğunu, aynı anlama gelmek üzere anti- demokratik ve bir geriye sayma işi olduğunu söyleyebiliriz!

Öyleyse Öcalan’ın, bu anti-demokratik ve bir geriye sayma işi olan restorasyonun bu bölgedeki en önemli ve başat ve de Kürt renkli kartı olduğunu kabul etmek gerekiyor; Öcalan, bu anti-demokratik geriye sayma işine “demokratik” bir renk vermek için geç gelmiş bir dahi birey rolüne soyunmuş ya da soyundurulmuştur; giydiği ya da giydirilen gömleğiyle her tarafa ve en çok da ABD emperyalizminin “yenidünya düzeni” projesine ve bu projenin bu bölgedeki olmazsa olmaz politikası olan “BOP”una,”BİP”ine kısaca “Büyük Kürdistan” projesinin tökezleyen noktalarına “demokratik” şurubu fırlatmakta ve Kürtleri bu şurupla sersemleterek, onları ABD-AB emperyalizminin bu “yenidünya düzeni” ini kurmasında en önemli araç olarak, en ucuz silah olarak kölece boyun eğmeye sürüklemektedir!

Bu artık bütün çıplaklığı ile görülen, en sıradan insanın bile burnunu gıdıklayacak mesafeye düşen gerçeklik orta yerde dururken, sen kalkmışsın, lafları eğip-büküp, bu açıklığa sebep olan turnusollerin üzerini örtmek için bütün bu ucube kavramlara yeni bir biçim vermeye ve en sonu lafı gene “kapitalist modernite” her şeyin sorumlusudur, “demokratik modernite” dünyayı kurtaracaktır ama yeterki ABD-AB emperyalizminin saçından bir tel bile kopmasın, yoksa dostluk bozulur, Kürtlerin kurtuluşu tehlikeye girer, vaazına getiriyorsun!

Ve o kadar öyle ölçüsüzsün ki, meseleyi Bisküvi ile kete karşıtlığındaki ekonomi-politik ile ekonomisizliğin ortasına düşürüp, ortayı bulan bir tahterevalliyi önümüze koyuyorsun; üstelik bu tahterevallide ne işçi sınıfı var, ne sınıf mücadelesi var ve ne de ezilen halkın vazgeçilmez tarihsel çıkarları var!

Peki ne var?

Ezilen ve sömürülen halklara, sınıflara kölece boyun eğmeyi kolaylıkla sindirtecek, buna gönüllü biat ettirecek “demokratik” şuruplu bir sınıf barışı, yani bir pax-Amerikana projesi var!

Parolanız “demokratik” ön ekidir ve ABD-AB emperyalizminin köleleri katmadığı, kölelerden özerk ve “özgür” bir köleci “demokrasi” ile uyumludur!

Oysa Kürt halkı ve yüzleri ABD-AB emperyalizminin halk düşmanı, sınıf düşmanı poltikalarına dönük olmayan, yüzleri Kürt halkına dönük olan akıl taşıyan Kürtler, bu “demokratik” ön ekinin kıymet-i harbiyesini, yani komününün, kutsallığı parlatılmış bir despotun ve “dost”luğundan sual edilmeyecek bir Amerikalı ya da İsrailli satrapın yönetimindeki ilkel ve köleliği de serfliği de dışlamayan bir aşiret komünü olduğu gerçeğini örttüğünü ve bunun yanında, ABD-AB emperyalizminin şaşmaz bir halk düşmanı, sınıf düşmanı olduğu gerçeğini örttüğünü pekâlâ görebilmekte, en azından bu işte bir terslik olduğunu sezebilmektedirler!

Eğer Öcalan’ın ve “KÖH” ün tuttuğu yol ABD emperyalizminin tuttuğu ve dayattığı yol ile senkronize olmayıp, Kürt halkının ve ezilen sömürülen sınıfların vazgeçilmez tarihsel-sınıfsal çıkarları yönünde olsaydı, bu kadar dolambaçlı, üfürüp-üfürüp ipe asılan ve daha çok da “it izlerini” örtmeye yarayan “at izleri” misli cümleler kurmaya gerek olmazdı!

Despot mu?

Despot burada, bütün sayısız toplulukların babası gibi, böylece de tümünün ortak birliğini gerçekleştiren biri olarak görünmektedir.
Çok açıktır ki, bu ilkel aşiret komününde birey aslında mülksüzdür; ya da mülk, yani bireyin, emeğin ve yeniden üretimin doğal koşulları ile olan hazır bulduğu ve sahip çıktığı inorganik doğa ile olan, öznelliğin nesnel bedeni ile olan ilişkisi, bütünü kucaklayan birliğin bireye belirli topluluk aracıyla ilettiği bir bağış olarak görünmektedir.

Despot burada, bütün sayısız toplulukların babası gibi, böylece de tümünün ortak birliğini gerçekleştiren biri olarak görünmektedir.
Yani ilkel aşiret komününde birey, hiçbir zaman mülk sahibi haline gelmeyip, yalnızca zilyet sahibidir ve aslında, topluluğun birliğini içeren şeyin mülkü, kölesidir; kölelik burada ne emeğin koşullarını ortadan kaldırır, ne de temel ilişkiyi değiştirir.

Yani, bu ilkel aşiret komününde, artı-emeğin bir kısmı, sonuçta bir kişi olarak, yani despot olarak ortaya çıkan üst topluluğa aittir; bu artı-emek, hem vergi vb. olarak ve hem de birliğin, kısmen despotun, kısmen de tanrının, hayali kabilesel varlığın yüceltilmesine yönelik ortak çalışma olarak sağlanır.

Bir yandan “sigorta” denilebilecek ortak ihtiyatlar için, öte yandan topluluğun bu sıfatla yaptığı savaş, dinsel ayin, vb. gibi harcamaların karşılanması için de bir miktar çalışma olacaktır!

Asya halkları için çok önemli olan sulama sistemleri, ulaşım araçları vb. gibi emek yoluyla gerçek mülk edinmenin komünal koşulları, bu durumda üst birliğin, alt topluluklar üstünde yer alan despot hükümetin eseri olarak görünecektir.

Yani bütün bunlar, tarihsel-nesnel bir kategori olarak tarih sahnesini doldurmuş ve sonunda, üretim güçlerinin artması, daha yoğun bir nüfus, daha büyük topluluklar biçiminde kümelenmesiyle ortak çıkarları korumak ve karşıt çıkarlara karşı savunmak üzere organlar kurulmasına neden olan çeşitli topluluklar arasında, şurada ortak, burada karşıt çıkarlar yaratılmış ve böylece daha o zamandan, tüm grubun ortak çıkarlarının temsilcisi olarak ayrı ayrı her topluluk karşısında, hatta bazan onunla karşıtlık içinde, özel bir duruma sahip bulunan bu organlar, ya her şeyin doğaya göre olup bittiği bir dünyada hemen hemen kendi başına kurulan bir görev kalıtımı, ya da öbür gruplarla çatışmaların artması ölçüsünde bunlardan vazgeçmenin artan olanaksızlığı sonucu, az zamanda daha da büyük bir özerklik kazanmışlardır.

Toplum karşısında bu özerkliğe geçişle, toplumsal görev zamanla toplum üzerinde bir egemenliğe yükselmiş ve durumun elverişli olduğu yerde, topluluğun bu ilkel hizmetkârı yavaş yavaş toplumun efendisi haline dönüşmüştür; bu efendi, koşullara göre, Doğu despotu” ya da satrapı, yani valisi veya Yunanlılardaki hanedan, kelt, klan başkanı vb. görünümünü almıştır!

Yani demek ki, aşiret komünü, eninde sonunda, bir despotluğa dönüşür ki bunda, ne ikna yöntemi, ne de topluluğun ikna olma yeteneği belirleyicidir!

Belirleyici olan, üretici güçlerin ve üretim ilişkilerinin varmış olduğu gelişme düzeyidir!

Öyleyse, üretim ilişkilerinden özerk bir ideolojik-politik söylem üzerine kurulu olan ve pratik olarak henüz kurulmamış olan KCK sisteminin de, son tahlilde, kapısı bu despotluğa sonuna kadar açık olan bir hazırlop ilkel aşiret komünü olduğu apaçık bellidir!
ABD-AB emperyalizminin, buna bir itirazı olmayacağı açıktır ki herhangi bir itirazı olmadığını görebiliyoruz!

Çünkü aslolan, yani bugünkü tarihsel koşullara uygun olan, bu ilkel aşiret komününü çağırmak değil, bu komünün yadsındığı yeni bir tarihsel-nesnel kategori olarak sınıfların ve mücadelesinin, dolayısıyla devletin ve elbette ulusun ve ulus-devletin ve hatta demokrasinin olmadığı bir tarihsel-nesnel toplumsal kategoriyi garanti edecek olan ve sömürüyü ve de sömürücü sınıfın egemenliğini dışlayan, bastıran bir sömürüsüz toplumsal formasyonun egemen kılınmasıdır!

Eğer Öcalan’ın “demokratik” ön ekli özerk komünü böyle bir renkle ve yönelimle ABD emperyalizminin karşısına dikilirse, işte o zaman “demokratize” olmaya hazır saydığınız ABD emperyalizminin telaşı yanında, canavarlığının nasıl depreştiğini, itirazındaki ölçüsüzlüğün boyutunun arttığını görmek zor olmayacaktır!

İşte ne yaparsan yap, üzerini nasıl örtersen ört başarılı olamayacağın gerçek budur!

İşte sosyalistler ki gerçek sosyalistlerden söz ediyorum ve bu sosyalistler, Kürt halkının vazgeçilmez tarihsel çıkarlarını sizden çok daha fazla ve yürekten savunmaktadırlar, ABD emperyalizmi ile karşı karşıya gelmeyi göze almadan ne solcu ne de sosyalist olunacağının ve ne de anti-kapitalist olunacağının bilincinde olarak, hiçbir güç hesabı yapmadan ABD emperyalizmi ile mücadeleyi olmazsa olmaz saymaktadırlar!

İşte bu yüzden, Kürt halkı da Türkiye’nin işçi ve emekçi sınıfları da eninde sonunda bu toprakların gerçek solcularının, sosyalistlerinin işaret ettikleri ve sahip çıktıkları gerçekleri savunmanın, yanında kenetlenmenin çıkarlarına olacağını bilince çıkaracaklar ve oynanan oyunların, it izlerini örten at izlerinin farkına varacaklardır!

Öyleyse, Kürt halkını, ABD emperyalizminin “dost”luğundan ve ihsan eyleyeceği “manda” dan olmamak için, bir zifiri karanlığın içine sokmak isteyen Öcalan’ın önderliğindeki Kürtlerin evdeki hesabı, pratikteki gerçeğe uymayacaktır!

O halde BORGA kardeşim, Ekim Arat’ın yerinde ve zamanlı olarak aktardığı yazıda hatırlatılan şu sözü nedeniyle, size göre “oportünist” olan Engels’i kınayabilir miyiz?

Engels,“İdeologumuz ne yapsa, ne dese boşuna, kapıdan attığı tarihsel gerçeklik, pencereden girer ve ideologumuz bütün dünyalar ile bütün zamanlar için ahlaksal ve hukuksal bir öğreti yaptığına inanarak, gerçekte kendi zamanının tutucu ya da devrimci ama gerçek tabanından koptuğu için bozulmuş, içbükey bir aynadaki gibi baş aşağı olmuş bir imgesinden başka bir şey imal etmez. “ diyordu ve çok doğrudur!

Öcalan bir yana, sen de, onca zaman sürdürdüğümüz polemiklerimizde, ne yapsan, ne etsen gerçeğin üzerini örtmekte başarılı olamadın; Öcalan’a da, sana da alkış tutanlar, dediklerinizi gerçekliği örtme katsayısına göre değerlendirmeye mahkûmdurlar ve bu yüzden sadık alkışçılarınız olmuşlardır; tabii gene de dediklerinizde hakikat payı görenler elbette vardır ve bunları ayırıyorum!

Ama Öcalan da, sen de gerçeklerin üzerini örtmeye çalıştıkça, gerçeklik, örtünün kıyısından, köşesinden kafasını çıkarıp, kendini göstermekten geri durmadı; fakat hala vazgeçmiş değilsiniz; yani şimdiye kadar ve hala yaptığın Engels’in işaret ettiğinden pek farklı olmamaktadır!

Kızmaca darılmaca yok, bunlar benim, aklımdakilerle, doğru yerlere bakarak gördüklerimin zihnimdeki yansısı olan düşüncelerimdir; belki maddeyi en tam ifadesiyle yansıtamıyor olabilir ama maddeden ırak ve özerk değillerdir ve zaten makbulü de bu değil midir; maddeyi motomot yansıtan teori olur mu?

Ve bu yüzden hep “teori gridir, yaşam ağacı yeşil…” diyerek Goethe’yi hâlâ ünlendirmiş olmuyor muyuz?

Ama Öcalan’ınkiler ve seninkiler çok daha fazla, maddenin yanına bile yaklaşmıyorlar ve ben bu nedenle, önce bir polemik biçiminde süren, sonra ortasını bulduğunuz muhabbetinizde, en sonu alkışçın bile olan Özgür Toplum nickli üyeye “hakikat” konusunu en az sözle tarif etmeye çalışmıştım ama muhterem, Öcalan’dan o kadar öyle her şeyi öğrenmiş ve şu sizin siyaset akademisinin, Marx’ı en hızlı aşan ünlü Muhsin’ini aratmıyor ki beni dinlesin!

Gerçi pek delikanlılığa halel getirmek istemiyor görünüyor ama işte bak, kendisine onca karşı çıkacağı ayar verdiğin halde, ortasını buldunuz; demek ki muhterem, “öyle akıl bozulmaz, böyle bozulur”u Muhsin kıvamında kavrayıvermiş!

“İnanıyorum öyleyse doğrudur” yönetim doğması bir kez daha etkisini göstermiş!

Ne diyelim, yüce gök muhabbetinizi ebedi kılsın!

Fikret Uzun

14-Nisan-2015